Bu Blogda Ara

28 Nisan 2011 Perşembe

Hafta sonu üzerine sohbetler - 4 Cuma akşamı

Yaşadığım sendromun adına her ne kadar Cuma sendromu diyor olsam da yorgunluk seviyem ne ruhsal ne de fiziksel olarak hiçbir zaman bu günde en yüksek noktalara ulaşmaz.  Üstelik içimde geçmiş yaşamlardan kalan ve adeta hücrelerime işlenmiş, DNA’larıma kodlanmış olan bir mutluluk şarkısı bile hafta sonuna giriyor olmaktan ötürü kısık sesle bile olsa çalmaya başlar.
Karışık duyguların yaşandığı bir andır işten çıkıp eve gitme anı. Trafik bile sizi çok fazla strese sokmaz o gün. Bir yandan yılların alışkanlığı olan hafta sonuna giriş mutluluğu diğer yanda eve ne kadar geç giderseniz o kadar az yorulacağınız gerçeği karşısında trafik adeta sizden yana hareket eden bir dost gibi görünür. Radyoda çalan bir parçayı dinlersiniz. Hava hafif kararmıştır artık. Kulaklara çok hoş gelen eve dönüş yolundasınızdır artık.
Eve girmenizle beraber daha bir gün öncesine kadar size batmayan evin dağınıklığı birden sorun olup, bir dağ gibi büyür, yükselir karşınızda. Dünkü dağınıklık bugün bakıcı abla tarafından toplanacak iken, bugünün her geçen an artan dağınıklığı sizin tarafınızdan toplanacaktır. Eşiniz ve oğlunuz yaşadığınız bu travmadan habersiz gülerek size bakar ve dağınıklığa yardım etmeye devam ederler.  Siz ise ellerimi mi yıkayayım yoksa kontrolden henüz çıkmamışken hemen toplamaya mı başlayayım kararsızlığını kısa bir süre ama her defasında belki de içinizdeki volkanik panik patlamalarından  yaşarsınız. Sonra ellerinizi yıkamadan bir şeye el süremeyeceğiniz gerçeğini hatırlayıp temizlenmeye doğru ilerlersiniz.
Sonrasında oğlunuzla biraz zaman geçirmeye başlarsınız. Eşiniz zaten başkaları tarafından hazırlanmış olan yemekleri ısıtır ve sanki kendi yapmış bir edayla masayı kurmaya sizi davet eder. Masa çok kolay kurulur çünkü önünüze çıkan yemek hep rejim yapmayı çağrıştıracak miktar ve basitliktedir. Gelirken alınan mezelerin sebebi de zaten bundandır.
İçilen bir kaç kadeh şarap ile biraz rahatlamaya başladığınız anda masanın kaldırılması, mutfağın toplanması, oğlunuzun bezinin değiştirilmesi, pijamalarının giydirilmesi, gizlice kahve içilmesi ve oğlunuzun uyutulması gibi yapacaklarınızı hatırlayıp hemen işe koyulursunuz. Çoğu kere kadehte kalan şarabı mutfakta iş yaparken bitirirsiniz.
Genelde ilk uykuya dalmam oğlumu uyuturken gerçekleşir ve eşim tarafından haince uyandırılırım. Geceleri zaten çok uyumam ben, uyuyamam. Ya oğlum uyandığından kalkıp ona eşlik ederim, ya üstünü sürekli açtığını bildiğimden örtmek için kalkar dururum. Bir de buna tüm günün yorgunluğu ve içilen şarabı eklediğimde uyumam bana o kadar doğal gelir ki bunu eşim nasıl anlamaz diye şaşar dururum. Ama uyanmam ve bir eş olarak görevlerimi yapmam gerekir: Onu dinlemek. Ben uyurken o doğal olarak konuşamıyor. Bu konuşamama durumu onda bir sıkıntı olarak birikime neden oluyor. Bir eş olarak yarı kapalı gözlerle onu dinleme (ya da dinliyormuş gibi yapma) benim bu saatlerde üstlenmem gereken görevlerin başında gelmekte.
Konuşması için herhangi bir konuya ihtiyaç duymaması ve yalnızca ben uyudum diye beni suçlamaya başlaması ise en sakat durum. Bir yandan dayanılmaz uyku durumum ve bir yandan da eğer uyursam çıkacak olan kavga. Bu tatlı stres aynı donma anında ki tatlı uyku gibidir. Uyku tüm strese rağmen o kadar tatlı gelir ki kaçamazsınız. Evdeki huzur, mutluluk budur.
Hain ve acımasızca uyandırılmam sonrasındaki tartışma konusu ise bu hafta oldukça farklıydı. Aslında iki farklı konu vardı. İlki oğlumuz konusundaki benim yanlış hareketlerimdi. Bu aslında her gün duyduğum bir konu olduğundan ilk başta çok da önemsemedim ama bu sefer hazırlıklı gelmişti. Ellerinde kitaplar vardı. Okuma saati yapılmaya çalışılıyor gibiydi ki buna dayanmam imkansızdı. Bir şekilde kavga çıkarıp yatmanın yolunu bulmam gerekiyordu. Ben nasıl sıvışırım diye düşünüp dururken o oturup kitaplardan örnekler verip yanlışlarımı yüzüme vuruyordu. Ben yine tabii ki dinlemiyordum. Ama bu böyle gidemezdi.
Sonrasında bu konunun çok önemli bir konu olduğunu ve şu anda dikkatimi veremeyeceğimi söyledim. Şaşılacak bir mucize gerçekleşti ve bana inandı.
Hemen akabinde ikinci konuya başlamasından inanma sebebi  de ortaya çıkmış oldu aslında. İnanmış gibi görünmek istemişti yalnızca. Amaç bu konuyla başlayıp diğer konuya geçiş yapmaktı. Bu sinsi planı karşısında saygı duydum aslında. Yarın ne yapalım diye sormuştu. Hani sanki son 100 hafta sonunun son 200 gününde çok da farklı bir şey yapmışız gibi bu soruyu sormuştu.
Bizim genelde tüm hafta sonlarımız hep aynı şekilde geçer. Ufak tefek farklılıklar vardır ama genel işleyiş ve günün iskeleti hep aynıdır: Çok ama çok erken kalkış, oğlumuza kahvaltı hazırlama ve ettirilmesi, bizim evde ya da dışarıda kahvaltı etmemiz, Bebek parkına gidilmesi ve sonrasında sahilde yürüyüş genelde hep sabit gerçekleşen programlar. Sonrasında evde ya da dışarıda yenilen yemekler, yapılan ziyaretler,  oğlumuzun arabada ya da evde uyuyakalması gibi farklı sıralarda gerçekleşen münferit programlarımız da yok değil ama konuşulmayı hak etmeyecek kadar da azlar.
Ben bu tür açık sorulara hep aynı cevabı veririm ve bugüne kadar da bu cevabın hiçbir kötülüğünü görmedim. Sen bilirsin canım diyerek topu tekrardan ona attım ve arkama yaslanıp söyleyeceği sözleri beklemeye başladım.
Genelde benim bu cevabıma onun verdiği cevaplar da hep aynıdır. İlişkide çiftlerin birbirlerini tanımaları da ve anlaşma da bu olsa gerek. Yanılmamıştım söyledikleri yine aynı olmuştu. Önce konu hakkında benim bir fikrimin olup olmayacağını küçümser bir dudak ifadesiyle sordu. Bu bir şarkıya sakin bir giriş ya da boksörlerin birbirlerine tüm güçleriyle saldırmadan tanımaya çalışmaları gibidir. Derbi maçlarındaki takımların ilk başlardaki hazırlık pasları yapmaları gibi beni tartıyordu. Ama sesinin tınısından hissedebiliyordum bu kez top yekün saldırı anı yakındı hem de çok yakın. Herhalde onun da uykusu vardı ve ani bir baskınla işi sonuçlandırmak istiyordu.
Fırtına öncesi sessizlik anı bu olsa gerekti. Hava kurşun gibi ağırlaşmıştı. Hani gerginlik ete kemiğe bürünmüş görünür hale gelmişti. Korkmuyor ama cesaretle titriyordum. En önemli şey korkuyu belli etmemek ve sakin kalmayı başarabilmektir böylesi anlarda. Birazdan duyguların pik yaptığı zaman vereceğim cevapları düzenlemeye başlamıştım bile. Stratejimi hemen belirlemeliydim. En iyi savunma saldırıdır dersem gece çok uzardı ve sonuçsuz kalırdı. En iyisi yine sinmek, sessiz kalıp kırılmış gibi bir tavır takınmaktı. Bu genelde hep işe yarardı.
Sağanak sandığımdan çabuk başladı. Bütün kararları o alıyormuş, program yapmak bile ona kalıyormuş, kendisine hiç destek olmuyormuşum, sorumluluklardan kaçıyormuşum gibisinden ve şimdi o anları tekrar yaşamak istemediğimden devam edemeyeceğim bir sürü şeyi sıraladı durdu.
Mazlum ve kırılmış rolüm oskarlıktı. Kendimle gurur duyuyorum. Ben deli miyim programları ben yapıp sonrasında bütün bir gün onun eleştirilerine maruz kalacağım. İlişkinin çooook başlarında yaşadığım tecrübeleri unutmak mümkün olabilir mi? Zorunlu olmadıkça fikir beyan etme, can kulağı ile dinlemekten usanma(dinlemiyorsan da belli etme), program yapmaktan kaç, karar aman sakın verme, açık verilmiş direktifleri  harfiyen uygulaİşte benim evlilik mottam budur. Mutluluğumun formülü, evdeki huzurumun altın anahtarı. İşittiğim bir kaç sözle mi geri döneceğim bu altın kuraldan.
Ertesi gün için çizilmiş olan programı öğrenip, kırılmış bir dış görünüş ama büyük bir huzur ve mutlulukla yatağıma doğru yöneldim.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Hafta sonu üzerine sohbetler-3 Evdeki huzur, mutluluk budur.

Konuya tekrar bir yerden ve direk olarak girmek gerekirse, yoğun ve yorucu bir çalışma haftasının ardından, herkes kendine göre bir hafta sonu programı çizer. Bazıları gideceği yerleri, izleyeceği filmleri seçer,bazıları ise buluşacağı arkadaşlarını düşünür durur. Sevgililer aranır, kıyafetler seçilir, rezervasyonlar yapılır, telefonlar edilir ve saatler kimileri için 17:00’yi, kimileri için 18:00’i gösterdiğinde o muhteşem hafta sonu başlar. En kötüsü ise yapacak programı ve buluşacak kimsesi olmayan ve büyük bir sendrom yaşayanlar ki yazının konusu onlar olmadığından bu bölüme hiç girmiyorum.
Benim hafta sonum ise farklıdır. Çok ama çok özeldir. Herkesin bırakın her haftayı, bir haftasına bile dayanamayacağı bir yoğunluktadır. Birbirine girmiş hisler dünyamın en yoğun ve ağırlıklı olarak öne çıkan hissi yorgunluktur. Yoğun fiziksel tempo o kadar yakıcı seviyelerdedir ki atık vücudunuzu dahi hissetmez olursunuz. Sahip olduğunuz tüm enerji bir vakum tarafından emilmiş gibi hissetmeye başlarsınız. Bir alışveriş merkezinden, bir alışveriş merkezine, bir parktan diğer bir yeşillik alana kendinizi sürükler durursunuz. Yanınızdan geçenlerin yüzüne bile bakmak içinizden gelmez.  Sabahın kör karanlığından, akşamın geç hem de çok geç saatlerine kadar yaşayan bir ölü gibi hisseder durursunuz kendinizi. Yaşadığınızı gösteren tek emare ise çok geç yenen akşam yemeğinin çok zor ve tatsız bir şekilde sindirilme çabalarıdır.
Hafta sonlarında diğer bir ağırlıklı olarak öne çıkan his ise artık yanmaya başlayan gözlerinizden akan sürekli ve acı veren uyku halidir. Acil kafein girişini emreden vücudunuza bu takviyeyi hemen yapmazsanız  ya uyuyakalırsınız ya da gözlerinizi sabit olarak bir yere dikip, aval aval bakmaya başlarsınız. Bönlük durumuna geçiş o kadar çabuk ve bir o kadar sinsice olur ki önlem almaya bile zaman bulamazsınız. Yapılacak ilk şey uyanır uyanmaz yüzümü yıkıyorum bahanesinin ardına sığınıp sessizce mutfağa yönelmek ve koyu bir kahveyi hemencecik içmektir.  Sizi bu işlemden mahrum etmek isteyecek kesinlikle dahili girişimler illaki olacaktır. Duymamazlığa gelmeniz yapabileceğiniz en akıllıca strateji olur. Kahvenizi için, yüzünüzü yıkayın öyle günlük işlerinize başlayın.
Pazartesi sabahı ise doğan güneş ve gelen bakıcı abla ile birlikte her şey düzelmeye başlar. İşe adım attığınız andan itibaren ise hafiflemeye başlarsınız. Üzerinize yüklenen tonlarca yük artık alınmış gibidir.  Bir kaç saat öncesinin tüm gerginliği ve huzursuzluğu, hissedilen  yorgunluğa rağmen daha normale yakın bir hale gelir. Tamamen düzelme belki Pazartesi günü içerisinde olmaz ama yavaş yavaş iyileşmeye başladığınızı yine de hissedersiniz. Bir hafta sonunu daha başarılı bir şekilde geçirmiş olmanızın o dayanılmaz gururunu yudumladığınız kahve ile Pazartesi gününün ilk saatlerini geçirmeye başlarsınız.
Şaka ve abartılarım bir yana çoğumuz gün içerisinde ama öyle ama böyle sürekli bir takım işlerin, uğraşların peşinde koşturup duruyoruz. Çoğu kere hayatımızdan geçen ve bir daha gelmeyecek olan zamanı unutup duruyoruz. Önceliklerimiz bile değişebiliyor, bulanıklaşabiliyor. Hatta belki rahat bir nefes alacak zamanı bile kendimize çok görebiliyoruz. Sonu gelmeyen bir biri ardına yapılan toplantılar, görüşmeler, günlük severek ya da sevmeyerek bir şekilde yapılan rutin işler,  alışkanlıklar derken eve gitme zamanını bile kaçırabiliyor, öteleyebiliyoruz ki bende bu maalesef çok oluyor.
İşten geç çıkmak ve asla çözülemeyecek bu arapsaçı İstanbul trafiğinin içerisinde eve gitmenin her türlü yolunu bulmaya çalışmak bile günlük stres limitinizi doldurmak için yeter de artar zaten. Durum böyle olunca da insan evine vardığında günün stresinden kurtulup, rahatlamak istemesi kadar doğal ve bir o kadar insanca başka bir istek olamaz. İşte bu noktada imdadıma yetişen, ne eve vardığımda içtiğim bir kadeh içki, ne farklı çiçeklerden oluşmuş sakinleştirici bitki çayları, ne de mis gibi kokan rahatlatıcı mumlardır. Beni rahatlatan eşimin ve oğlumun varlıklarıdır. Eve varışımda onları bulmamdır. Eşimin sarılması, oğlumun öpmesidir.
Siz bakmayın şikayet edip durduğuma, hem hafta içlerinde işte, trafikte, toplantılarda ve hem de hafta sonlarında evin içerisindeki  yoğun işlerde,tüm bu zorluklara katlanabilmemi sağlayan tek şey oğlum ve eşimle geçirdiğim zamanın sağladığı büyük keyif ve mutluluktur. Hayatta zaten bu mutluluğu ve keyfiyeti sağlayabilecek başka ne olabilir ki!
Bir zamanlar Anadolu Hayat Sigortanın bir reklamı vardı. Erik Satie'nin Gymnopédie no.1 eşliğinde söylenen sloganı bir çok kişi gibi benim de hala aklımdadır:  Evdeki huzur, mutluluk budur.
Sözüm ona geçirdiğimiz son hafta sonunu anlatacaktım. Biliyorum hala anlatmaya başlamış değilim. Gelin o zaman şimdi hep beraber bir kaç gün öncesine, Cuma gününe, geri dönelim ve beraber eğlenceli bir hafta sonu geçirelim. Ne dersiniz?

17 Nisan 2011 Pazar

Hafta sonu üzerine sohbetler-2 Seth Godin

Eşim hep uzun uzun yazdığımı ve okurken kendini,  yazdıklarımın içinde kaybettiğini söyler durur. Aslında kendisi sürekli konuşur ve sürekli yapmam gereken şeyleri bazen bir öğretmen tadında yarı azarlayarak, bazen bir yargıç gibi duygusuz ve bazen de bir anne gibi şefkat dolu bıkıp usanmadan söyler durur.
Eşimle peki iletişim problemi mi yaşıyor muyuz?  Hayır, kesinlikle yaşamıyoruz. İşin aslı ben uzun bir süre önce onu dinlemeyi bırakmış bulunuyorum. Bu nedenle bu konuda aramızda bir problem de bulunmamakta. Tabii en önemli nokta büyük bir dikkat ile dinliyormuş gibi yapıp bildiğinizi okumaya devam edebilmektir.
İnsanız elbet dinlemiyorken yakalanabiliriz de. İşte bu durumlarda hemen beni değiştirmeye çalışma, beni olduğum gibi kabul etmelisin, ben her isteğini yapan bir android değilim, benim de düşüncelerim, duygularım var, bir evde iki tane senden mi olmasını istiyorsun, gibi oldukça ses getirici ve her olaya uyarlanabilecek birer klasik olmuş, zamanlar üstü sebeplerimi söyleyip kurtulmaya çalışırım. Zaman zaman hatta o kadar iyi oynarım ki rolümü, boş bulunup özür dilediği bile olmuştur tabii eğer çok içmişse. Ama genelde bu oldukça geçerli savunmam onun tarafından pek duyulmaz, işleme alınmaz ama ben kendimi savunmaya yine de devam ederim.
Tartışırken belirttiğim gibi eşimi pek dinlemem. O sırada genelde söylediklerine karşılık kendi cevabımı hazırlıyor olurum. Bu bana hem zaman kazandırır ve hem de esneklik. Konu ama yazdıklarım olunca işler değişir. İnanın o zaman bütün dikkatimle onu dinlerim.
Son zamanlarda bana sürekli  3-4 cümle ile günü kotarmaya çalışan Seth Godin’i örnek veriyor. Çok yaratıcıymış da, önemli olan uzun yazmak değilmiş de. Genelde hep aynı konuşmaları yapıp hep aynı şekilde konuşmayı sonlandırıyoruz. Ben son derece anlamlı ve doğal olarak “Tamam her şeyden evvel  onunla karşılaştırılmak gurur verici ama bizim kulvarlarımız farklı şekerim” diyorum pis pis gülerek.
Baktım o gülmüyor ve cevap dahi vermiyor o zaman da “o benim kadar yaratıcı değil ise ancak 3-4 satırlık yaratıcılığı var ise ben ne yapabilirim” final repliğimi söylüyorum ve konuşmamız sona eriyor.  Selam verip sahneden ayrılıyoruz. Nasıl bir alkış sonrasında anlatamam ... :-)
Ben genelde konuşmanın bitmesini ve beni dinlememesini fırsat bilip dikkat çekmeye çalışmak için ağlayan,bağıran, kıran, döken çocuklar misali Seth’tir git Godin özdeyişini patlatıyorum arkasından. Kaçmasa yüzüne karşı da söyleyeceğim ama hep bir kaçış hep bir saklanma. Zannediyorum konuşma ve yorumlarımla onu adeta eziyor olmamdan sebep hep benimle konuşmayı sürdürmekten kaçıyor. Seth’tir git Godin şeklinde tatlı mırıldanmam ise içten ve dolu dolu söylediğimden mi yoksa sesimin şiddetini ayarlayamadığımdan mı bilemiyorum, onun tarafından hep duyuluyor. Sonrasındaki suratının aldığı ifade ise unutulacak gibi değil ama ben her defasında unutmayı başarabiliyorum. Bizim evliliğimizdeki mutluluğumuzun küçük sırrı da bu zaten; benim çok kolay unutuyor olmam.
Aslında işin garibi hala söylediklerimin arkasında olmam. Gerçekten de evimizin kedisi, sokağımızın delisi olan bizim Seth ile kulvarlarımız farklı. O bir çok kişinin görmediği/göremediği pazarlama konularına bambaşka pencerelerden bakabilme imkanı veren bir kaç satırlık yazılar yazıyor. Ne yalan söyleyeyim çok da başarılı. Kıskanıyor muyum? Kesinlikle hayır. Benim onun için düşüncem daha çok hayranlık. Ben ise yazarken büyük keyif alıyorum. Eminim yazarken onun aldığından çok daha fazla keyif alıyorum. Ortaya çıkan yazı tabii ki önemli ama ben ortaya çıkarılış anında da büyük mutluluk duyuyorum. Yoksa hafta sonu önce şuraya sonra buraya gittik demek ve yazıyı sonlandırmak var ama ben yazarken kendimi bambaşka konulardan bahsederken bulmaktan hoşlanıyorum.
Nereden nereye geldim yine. Sözde yazının konusu Hafta sonu üzerine sohbetler ... Daha hala hafta arasında dolanıp duruyorum, bir türlü giremedim şu hafta sonuna.
Eşim kayboluyorum derken sanırım ne demek istediğini  şimdi anlamaya başladım. Küçük, mini minnacık gerçeklik ve haklılık payı da var gibi. Eşimin kaybolmasını istemediğimden yazıyı daha fazla uzatmayacağım. Bu nedenle bu anlaşılması son derece basit, iddiasız ve mesaj kaygısı taşımayan hafta sonuna ilişkin yazımın devamını bir sonraki yazıma bırakıyorum. 

14 Nisan 2011 Perşembe

Hafta sonu üzerine sohbetler-1 Cuma Sendromu

Bir hafta sonu daha geride kaldı. Yoğun ve yorucu bir hafta sonu oldu. Oldukça yorgun, hatta bitkin ve kesinlikle çok uykusuzum. Ama çok şükür Pazartesini de yakaladım. İçimde hafif ve iç gıcıklayıcı bir huzur bile olduğunu söyleyebilirim.  Artık işe gidebileceğim. İnsanın işi gibisi yok. İşimi bu kadar çok sevebileceğim, daha doğrusu bir işe gidebiliyor olmayı bu kadar çok sevebileceğim aklıma bile gelmezdi. Benim için dinlenebileceğim, gücümü tekrar toplayabileceğim bir hafta olacak.
Sabahları mesela kahvemi büyük bir dinginlik içerisinde, istersem sessizlik, istersem dilediğim müzik eşliğinde içebileceğim. Dinlediğim müzik için oğlumu ikna etmek için uğraş vermiyeceğim. Evde olduğu gibi, içerken mutfak kapılarının ardına da gizlenmeyeceğim. Ayakta, karanlıkta ve dahası sanki hiç bulunduğum yerde yokmuşum gibi sessizlik içerisinde ve büyük bir hızla kahvemi  içmek zorunda kalmayacağım.
Oğlum daha bu yaştan kahveyi çok seviyor. Kime çekti ise :-)  Bir gün annesinden gizli olarak içtiğim kahveden tattırdım. Evet biliyorum bu bir hata idi ama istedi diye tattırdım, yoksa ilk teklifi ona ben yapmadım. Benimkisi daha çok isteğine kayıtsız kalamama durumuydu. Seveceği tuttu ve sonrasında beni ne zaman kahve içerken görse -ki sonrasındaki bir süre bol miktarda gördü- sürekli istedi durdu.
Ender olarak ve tabii ki gizlice bir kaç kere daha verdim ama sonuncusunda eşime yakalandım. Bir daha vermemeye o gün yemin ettim. O günden kalan ilişkisel ve kişisel  düzeydeki travmaları hala atlatabilmiş değilim. Oğlumu tamam çok seviyorum ama yakalanmam sonrasındaki bu büyük tehlikeyi bir daha göze alamam. Hem fiziksel ve hem de ruhen sağlıklı kalabilmek için zaten göze almamam gerekiyor. Görevlerimi aksatmamak için kahve içmeye de ara veremeyeceğime göre geriye yapabileceğim tek birşey kalıyor, o da kahve içmelerimi büyük bir gizlilik içerisinde sürdürmek. Bir süredir ben de ailesinden sigara içtiğini saklayan çocukların gizliliği ve titizliği içerisinde, kapı arkalarında kahve içiyorum. Gerçi ben sigara içtiğim dönemlerde ne evde ne de okulda saklamak zorunda hiç kalmamıştım ama demek ki zor da kalındığı zaman insan bu gizliliği çok rahat sağlayabiliyormuş. Bu vesile ile de sinsi planlar, gizli kahve içme seromonileri, hidden agenda ve bunlar gibi bir çok gizlenmesi gereken konulardaki  doğal yeteneğimi de sizinle gururla paylaşmak isterim.
Konuyu daha fazla saptırmadan tekrar hafta sonu konusuna gelecek olursak, herkesin büyük bir heyecan ve mutlulukla beklediği Cuma günleri, bende aynı coşkuyu yaratmaz. Benim Cuma günleri için hissettiğim daha çok bir çok normal insanın Pazar öğleden sonraları yaşadıkları sendrom gibidir.
Benim Cuma günü için hissettiklerim, güzel ve huzurlu hatta bol eğlenceli ve renkli geçen bir hafta sonunun ardından gelen haftanın ilk iş günündeki bezginlik ve isteksizlik halidir. Uykusuzluktur. Yorgunluktur. Tükenmişliktir.
Gerginlik daha Perşembe akşamından başlar. Huzursuzluk, yoğun bir ağlama isteği, halsizlik, mide bulantısı, hasta olmuşum gibi hissetme bütün ruhumu ve bedenimi kara bir bulut gibi kaplar. Cuma akşamı ve hafta sonunu düşünmek tüylerimi diken diken yapmaya yeter de artar. Sırf bu nedenle son 2,5 senedir Perşembe akşamlarım uyku yönünden en sıkıntılı akşamlarım olmuştur. İşin en dayanılmaz ve yorucu tarafı ise her hafta tüm bu hissettiklerimin tekrarlanıyor olması.
Eminim şimdi tüm bunların sebebini merak ediyorsunuzdur. Bu ve bundan sonraki bir kaç yazının konusu da zaten bunun üzerine. Size bu yazılarımda hafta sonlarımızın nasıl geçtiği hakkında fikir sahibi olabilmeniz için geçirdiğimiz son hafta sonunu yazmaya karar verdim. Sanmayın öyle 2 satırda biteceğini, kimbilir kaç sayfa sürecek. Bunu şu an için daha yeni yaşamış biri olarak ben bile kestiremiyorum.
Başladık bir kere, bakalım nasıl devam edecek ve nasıl bitecek ...

3 Nisan 2011 Pazar

İlk deneme, ilk hayal kırıklığı...

Bir süredir çok da düzenli yazmadığımı fark etmişsinizdir. Tabii ki kendi halimde yazmaya devam ediyorum ama yakın bir geçmişte olduğu üzere bir mühendis titizliği içerisinde, bir makine dişlisi gibi, neredeyse aynı zaman aralıklarıyla değil, belirsiz aralıklarla daha çok. Bazen birbirine çok yakın yazılar çıkarken, bazen uzun bir süreyi yazmadan geçirebiliyorum. Tüm negatif düşüncelerin ana kaynağının belirsizlik olduğu söylenir ama bu sıralar bunu düşünememeyi tercih ediyorum.

Zaman aralıklarını iyi ayarlayamıyor olmamın aslında iki ana sebebi var. Bir tanesi benimle ilgiliyken, bir tanesi kesinlikle benimle ilgili değil. İlgili olmayan sebep, internete Türkiye üzerinden bağlananların da çok iyi bildiği üzere, blogspot sitesinin umarım ki yalnızca geçici bir süreliğine kapatılmış olması. Bu konu hakkındaki görüşlerimi daha önceden yazmış olduğumdan tekrar üzerinde durmayacağım.

Diğer neden ise kişisel. Çok uzun bir süredir içimde kalan bir uhdeyi hayata geçirme çabam ve neredeyse tüm boş zamanımı buna adamış olmam. Çıktığım öğle yemeklerinde, oğlumu uyuttuktan sonra yatana kadarki zaman dilimlerinde, hafta sonları yine oğlumun uyuduğu tüm zamanlarda, neredeyse tüm zamanımı öyle ya da böyle bu proje için harcayıp durdum ve artık neredeyse bitirdim.

Fırından yeni çıkmış, sıcak mı sıcak, taze mi taze bir simit tadındaki bir bilgiyi sizlerle paylaşmak istiyorum: Efendim, ben ilk romanımı bitirmiş bulunuyorum.

İçerik ile ilgili oldukça yoğun ama bir o kadar da keyifli geçen literatür araştırmam sonrasında tüm yazmak istediğim ana konuları önce güzelce bir sıraladım. Sonrasında kendime göre konular arasında bir sıralama yapıp, ana kahramanları, birbirleriyle olan ilişkilerini, tarzımı, zamanları ve akışı belirledim... demek isterdim ama neredeyse hiçbirini yapmadım.

Sizlerin büyük bir endişe ve heyecan içerisinde beğeninize sunmuş olduğum yazı dizisini hazırladığım esnada, bu konuyu hep kafamda olan diğer konularla birleştirebileceğim fikri ile adeta aydınlandım ve işe koyuldum. Önce yazı dizisini tamamladım. Sizlerden çok fazla yorum gelmediğinden çok derinlikli olarak bu konulardan konuşamamıştık. Benim için her zaman ilgi çekici olan din konusunu diğer bende merak uyandıran ve zaman içerisinde araştırmalar yapmama neden olan konularla harmanlayarak yazmaya başladım.

Yazacaklarım bittikten sonra, bu kez yazım ve zaman hataları için tekrar tüm yazdıklarımı değerlendirdim. Neredeyse tümünü tekrar yazmak durumunda kaldım. Nihayet geçen günlerde o işlemi de tamamladım.

İçinde aşk var üstelik hem karşılıklı, hem karşılıksız ve hem de imkansız olanından. Din tabii ki var. Ama alıştığımız, sizde uyandırdığı anlamından biraz uzak bir anlamda. Biraz paralel evrenler var. Hepimizin aslında bir olduğu ve kaderlerimizin yalnızca bizler tarafından çizilebileceği şeklinde özetlenebilecek hayat görüşünden de yine bol miktarda mevcut. Şizofren teşhisi konmuş bir kişinin hayatındaki bir kaç gün anlatılıyor.

Her şeyi tamamladıktan sonra büyük bir keyif, mutluluk ama en çok da heyecan içerisinde eşimle paylaştım. Onun düşünceleri benim için her zaman çok önemli olmuştur. Konu uzun süredir üzerinde zaman ve çaba harcadığım bir proje olunca bu önem benim için biraz daha artmıştı.

Bir kaç saat okuduktan sonra (daha kitabın ilk çeyreğine bile gelememişti), okumayı bıraktı ve kafasını sayfalardan kaldırıp bana baktı. Ben zaten sürekli ona bakıp, neler düşündüğünü anlamaya çalışıyordum. Surat ifadesinden okuduklarını beğendiği yönünde bir şeyler çıkarmanız için ancak ya yalan konuşmanız ya da konuyu çok zorlamanız hatta maniple etmeniz gerekiyordu. Daha çok midesi bulanıyormuş gibi bir ifadesi vardı ki bu canımı sıkmıştı. Ağzından ilk çıkan sözler şunlar oldu: “Senin içinde ne var böyle? Nasıl böyle şeyler düşünebiliyor ve yazabiliyorsun? Bambaşka bir kişiyle meğer evliymişim”.

Duymak istediklerim tam olarak bunlar mıydı bilemiyorum. Bildiğim böylesi bir eşi olana bu dünyada ölüm olmadığı. Hatta acı ve mutsuzluktan bile bahsetmenize gerek yok. Duygularınız ve hevesleriniz o kadar törpüleniyor ki sizi üzebilecek hiçbir şeyle karşılaşmıyorsunuz. Sanırım eşim beni, hayatın tüm olumsuzluklarına karşı hazırlıyor. Friedrich Nietzsche seni öldürmeyen şey güçlü kılar demiş ya eşim de beni beraberliğimizin her bir anında aslında hayata hazırlıyor. Bu yönden kendimi şanslı saymalıyım. Sayıyorum da tabii  antidepresanlarımı almaya devam ettiğim sürece.

Şaka bir yana söylediğine çok anlam veremediğimden ve dahası tam olarak da anlamadığımdan, kendi kendimi pohpohlamayı tercih ettim. Hatta kendimi birkaç kadeh ile ödüllendirdim bile. Sonrasında baktım bitirdiğim kadehlerde onu anlamamı sağlamıyor ben de çıkarımda bulunmayı tercih ettim. Sanırım aslında söylemeye çalıştığı şey ne kadar yaratıcı olduğum.

Yaratıcılığıma övgü dışındaki fikirlerini duymak istediğimde sürekli dilbilgisi hatalarımı kafama kakmaya başladı. Tamam, tabii ki hatalarım, atlamış olduklarım olabilir ama benim öğrenmek istediğim daha çok içerik ile ilgili dediğimde bile benzer hatalar yine ön plana çıkarılmaya devam etti. Yabana atılmayacak bir süre boyunca o kadar zaman harcamış olmama rağmen yığınla yazım ve dil bilgisi hatamı gösterip durdu. Sevgili eşim, bırak onları da nasıl buldun, konu ilginç mi, sürükleyici mi, sonuçta bu ilk romanım, dil bilgisi dışındaki düşüncelerini benimle paylaş dedikçe o benim dil bilgisi yoksunluğum üzerine konuşup durdu. Zaten uykum vardı ve duymak istediklerim de bunlar değildi. Ben de gidip yattım.

İlk romanım ve dolayısıyla düşüncelerimle eşimin tanışmasının ardından birkaç hafta geçmiş olmasına rağmen, eşim romanımda bir sayfa dahi ilerleme gösteremedi. Kırılmamam için zaman darlığını sürekli mazeret olarak gösterse de, ben ne olduğunu biliyorum: Ya okuduklarını beğenmedi ya da yazılan düşünceleri anlamadı. Buradan çıkardığım sonuç, düşüncelerimin anlaşılabilmesi ve kitaplarımın okunabilmesi için dünyamızın daha çok zamana ihtiyaç duyduğu.

İlk deneme ve ardından gelen ilk hayal kırıklığı sonrası hala ayaktayım ve bu yolda yürümeye devam edeceğimi sizlere bildirmek, eşimin kulağına ise haykırmak isterim.  Komiklik yapmak bir yana bu proje ile ilgilendiğim süre içerisinde çok keyif aldığımı itiraf etmeliyim. Günlük hayatın o nefes dahi aldırmayan temposu bile benden çok uzakta kalmıştı. İkinci çıkarımımı da burada yapıp yazıyı sonlandıracağım: Hayatımızda mutlak surette hobilere, en az profesyonel olarak uğraştığımız işler kadar yer açabilmeyi başarabilmeliyiz. Rahatlatıcı etkilerini, hayata ne kadar renk ve anlam kattıklarını ancak eksikliklerinde anlayabiliyoruz.

Bol hobili, aydınlık, güzel ve anlamlı günleriniz olsun...