Bu Blogda Ara

31 Temmuz 2012 Salı

Bayan Doğru(m) ve Oğlum


Akşam saat sekiz cıvarlarıydı. Tüm gün oraya buraya koşuşturup, annesini çıldırtan oğlumda yorgunluk ve dahası uyku emareleri çoktan başlamıştı. Bu anlar en çok dikkat edilmesi gereken zamanlardır zira oğlumun en çok düştüğü, kendine en çok zarar verdiği zamanlar işte böylesi uykusunun geldiği halde hala yatmamış olduğu zamanlardır. Bir süre sonra artık kendi de dayanamadı ve “ben yatıyorum, hadi baba yatağa gidelim” dedi ve odasına doğru yürümeye başladı. Tabii ben de paşa paşa arkasından ilerlemeye başladım. Önce dişlerimizi fırçaladık, sonra da pijamalarımızı giyip yatağına beraberce uzandık. Tam günlük olaylardan, neler yaptığımdan ve yaptığından bahsedip günü değerlendirecektik ki “baba, susadım, su” dedi. Oğlumla aramızdaki fark onun 4 yaşında benim ise 40 yaşında bir çocuk olmamızdır. Etrafa bakmadan, dahası az önce getirdiğim suyu unutarak ve mümkün olan en kolay yolu seçme alışkanlığı içerisinde “canımmm, oğlun susadı, su getirir misin?” dedim. Eşim muhtemelen yine kendini sosyal medyanın dipsiz kuyusunun içerisine atmış olmalıydı ki seslendiğimizi duymuş ama ne dediğimizi anlamamıştı. Ne olduğunu öğrenmek için sosyal medyanın kendisi için büyülü ve hatta vazgeçilmez dünyasını bırakıp yanımıza geldi. Biz su istiyoruz haykırışlarımız sonrasında ise burada zaten su var dedi kafasını bile çevirme ihtiyacı duymadan. Muhtemelen odaya girerken anlık olarak nerede neler var görüp aklına çoktan yazmıştı . 

Eşim tam casus olacak tiplerdendir. Çok ama çok dikkatlidir. Gördüklerini, duyduklarını, okuduklarını, yediklerini asla unutmaz. Bir mekana girer girmez mekanın tamamını hafızasına alır. Ufak, miniminnacık bir ayrıntıyı bile atlamaz. Kafası başka bir türlü çalışır, aslında hep çalışır, asla durmaz, dinlenmez. Çok zekidir. İlginç bağlantılar kurup kimsenin ilk dinleyişte anlayamayacağı düzeyde çıkarımlarda bulunur. Tamam düzeltiyorum, kimse kelimesi çok iddialı oldu en azından benim demek çok daha yerinde olacak gibi. Tüm bunlara ek eşim bir de Başak burcudur. Yani titizdir, yani düzenlidir, yani hastalık derecesinde ayrıntılara önem verir. Eleştiriye ise hiçççççç ama hiç gelemez. Tamam bu özelliğinin yazımızla bir ilgisi yok, yalnızca yazıp rahatlamak istemiştim. Tüm bunlar toplanıp bir araya geldiğinde kafasını bile çevirmeden arkasında bulunan rafın üzerindeki suyu fark etmiş olmasına da hiç şaşırmadım haliyle.

Arkasını dönüp suya uzandı ve sonrasında suyu bize doğru uzattı. Suyun orada olduğunu duyan oğlum ise suyu kimin getirdiğini sordu ve hemen arkasından bizi dumur eden özlü çıkarımını yaptı: “Babam getirmişse babama tebrikler”. Eşim dayanamayıp söze girdi ve ya ben getirmişsem, bana tebrik yok mu? “Hayır çünkü sen zaten her şeyi doğru yaparsın”.

Belki de gülmemem lazımdı bilemiyorum ama ben oldukça bir güldüm. Oğlumun annesi hakkında Bayan Doğru çıkarımı kesinlikle doğru, yerinde ve haklı bir çıkarımdı zira eşim hata yazmadı. Yapsa bile kabul etmezdi. Söz sanatlarındaki ustalığı ve çelikten olma sinirleri sayesinde de zaten hatalı olduğu anlardaki tartışmalarda bizleri sonuçsuz ve dahası ağzımız açık bırakırdı. Ben böylesi anlarda başarıdır bu yolda yenilgi ya da zaferdir bu yolda hüsrana uğramak tadında bir duyguya büründüğümden pek dert etmem. Oğlumun çıkarımında hoşuma gitmeyen tek nokta ise doğrunun ödüllendirilmemesi ve normal bulunmasıydı. Oysaki gerek eşim ve gerekse ben her bir doğrusunda oğlumuzu mutlaka tebrik ederdik ki hala da etmeye devam ederiz. Bilemiyorum belki de böylesi bir tutumu annesi için uygulamasının zorluğunu hissediyor olmasından (düşünsenize o zaman annesinin her bir hareketini tebrik etmesi gerekecekti)hiç bu yola girmemişti. Oysaki benim için böylesi bir durum yoktu. Eşimim pür-ü pak beyaz doğrularının yanında benim rengim daha çok duman grisi gibi kalır. Belki de oğlum bu nedenle beni cesaretlendirmek ve aradaki farkı kapatmamı teşvik etmek için tebriklerini sunmak istemişti.

Suyunu içip, bu yazıya konu olan çıkarımını yaptıktan sonra huzur içerisinde uykuya daldı. Uyandırmayı göze alarak onu bir kaç kere öptükten sonra odasını usulca terk edip, Bayan Doğrumun yanındaki güvenli ve huzurlu yerimi aldım.

24 Temmuz 2012 Salı

Dağ üzerindeki taşlarız ...


Sıkıntılı hem de çok sıkıntılı bir dönem geçirmekteyiz. Suriye’de yaşanan olayların bir görünen ve bir de görünmeyen bir kısmı var gibi. Hani sanki görünen kısım buz dağının görünen kısmıymış gibi inandırıcılıktan bir hayli uzak gözükmekte. Demokrasi tutkunu ülkelerin Irak ve Bosna’da unuttukları insaniyetlerini aniden hatırlayıp uğruna yaptıkları mücadele gibi. Görünmeyen kısım ise tabii ki bir enerji savaşı: Güney Akdeniz’de bulunan doğal gaz kaynağına kim ya da kimler nasıl sahip olacaklar. Bir çok devlet sıraya girmiş gibi beklemekte. Bölgede herkes bir şekilde tatbikat yapmakta. Çin ise donanmasını geliştirmekte. Oyunda kimler var kimler. Zavallı Suriye halkı ise aynı Irak’ta olduğu gibi yalnızca bir piyon gibi ölümü beklemekte. Vurulacaklar ve cansız olarak yere düşecekler. Eşleri, dostları, çocukları arkalarından belki ağlayacak belki ağlamaya bile fırsat bulamadan onlar da tarih sahnesinden çekilecekler. Bu kadar mı değersizler? Evet bu kadar değersizler. Birileri sözde sahip olduğu vatandaşını düşünerekten ve aslında o vatandaşının daha iyi koşullarda yaşamasını öne sürerekten onları bu kadar değersiz görebilmekteler. Karışıklık işine yaradığı için karışıklığı yaratanlar mı daha suçlu yoksa onların ağına düşüp karışıklık için tetik çekenler mi daha suçlu benim için hiç önemli değil. Önemli olan birileri yalnızca birileri daha refah içerisinde yaşasınlar diye ölmekte.

Görünen kötü bir gidişata doğru yol aldığımız. Umarım yanılırım ya da enerji kaynağı sandıkları kadar büyük çıkmaz. Aksi durumda biz de oyunda yer alacakmışız gibi görünmekte. Komşularla sıfır gerginlik bu olsa gerek. İşin ilginç yanı kafa tuttuğumuz ülkeler enerji kaynaklarını bir kapatsa üretim bile yapamayacak olduğumuz.

Yukarıda girişini yaptığım sebebe bağlı olarak almış olduğumuz pozisyona tepki olarak gelen Arap turistlerde Suriye ve İranlıları göremiyoruz. Diğer milletlerden araplar ise akın akın ülkemize gelmekteler. Yer gök arap oldu çıktı ülkemizde. Belki de tek başına bunu sağlayan Kıvanç Tatlıtuğ’ya ülke olarak teşekkürlerimizi sunmalıyız. Benim izleme şansına sahip olmadığım Gümüş adlı dizi meğer bu diyarlarda izlenme rekorları kırmaktaymış. Tabii yalnızca bu dizi değil bunlar gibi diğerleri sayesinde ülkemizin tüm güzellik ve özellikleri gözler önüne serildi. Sonrası zaten çok kolay oldu. Bu özelliklerden belki de en önemlisi laik, demokratik bir Müslüman ülke oluşumuz. Yıllarca laik bölümü ön plana çıkarılmış ve %98 nüfusu Müslüman olan halk ifadesi tercih edilmişti. Günümüzde ise demokratik ve Müslüman bölümleri daha bir parlatılmakta, laik kelimesi yerini sekülere bırakması için girişimler yapılmakta. Mümkünse hatta çok mevzu bile edilmemekte. Laik, demokratik bir Müslüman ülke olmak tüm dünyada aynı zamanda ilk ve tek olmak da demek. Arapları ülkemize getiren başka bir ifadeyle aslında hayat tarzımız. Sahip olduğumuz özgürlükler. Ya da en yalın ifadeyle laik ve müslüman kelimelerinin dengeli olabilmesi. Eğer birisi ağır basarsa ve denge bozulursa bu cazibe merkezi olma durumumuz da bir son bulur.

Ramazan ayında eğer alışveriş merkezlerinde öğle yemekleri yenilebiliyorsa ve yemeklerini bitirenler koltuklarını iftar için ötekilere değil, kardeşlerine, komşularına, arkadaşlarına, sevdiklerine devredebiliyorlarsa o ülkede denge sağlanmış demektir.  Ülkemiz inancın her bir derecesinin yaşanabildiği bir ülke olduğu için değerli, özel ve tektir. 11 ay içki içip Ramazan ayında içmeyen niceleri vardır aynı namaz kılmayıp bu kutsal ayda niyetlenenler gibi. Hac görevini sürekli ötelerler ama zekatlarını hiç aksatmazlar. İçimiz iyidir ve genelde sevgi doluyuzdur. Dinimizi farklı farklı derecelerde uyguluyor olsak da yoktur aslında birbirimizden çok farkımız. Hepimiz ulu bir dağın üzerlerindeki taşlarız. Farklı faklı, çeşit çeşit ama hepimiz o dağı meydana getiren unsurlarız.  Bütünü meydana getiren zerreleriz.

İçinde bulunduğumuz bu çok özel ayın, tüm ötekileştirme çabalarına inat, bizleri tekrar birleştirmesi dileklerimle ...

12 Temmuz 2012 Perşembe

Sayısal gerçeklerin mutluluk ve hüznü


2010 yılı Ekim ayı ortalarıydı. Uzun hem de çok uzun zamandır hayalini kurduğum kendi bloğumu hayata geçirmeye çalıştığım günlerdi. İlk önce ismini tespit etmiş, hemen arkasından da ilk yazımı yazmaya başlamıştım. İlk yazı belki de benim için en önem arz eden yazılardandı zira hem neden yazmaya başladığımı ve hem de bloğuma neden İçimdeki Dört Mevsim adını koyduğumu açıklıyordum.

25 Ekim 2010 tarihinde ilk yazımı yayımladım: Zaten hepimiz birer küçük yaratıcılar ve takip ediciler değil miyiz? İlk yazımda yazmış olduğum bir paragrafı tekrarlamak isterim:

Ben Ben bir köşe yazarı değilim. Söz konusu bu blog da bir günlük olmayacak. Sanırım burada bugün başlayarak yapmak istediğim şey, kendimle yüzleşmek. Bazen beni endişelendiren ya da sevindiren en azından düşündüren bir olayı ya da bir haberi yazacağım ve kendime göre tarihe bir not düşeceğim, bazen yazmış olduğum hikayelerden bir tanesini sizlerle ve kendimle paylaşacağım. Ne kadar başarılı olacağımı ve ne kadar sürdürebileceğimi ben de bilemiyorum ama deneyeceğim. Ben bu sayfanın hem yaratıcısı ve hem de takip edeni olacağım”.

Kimliğimi hiçbir zaman açıklamak istemedim ve açıklamamaya da hep çalıştım zira arkadaşlarımın ve ailemin bloğumu benim bloğum olduğu için takip etmelerini hiç istemedim, yazdığım yazılar sayesinde takip edilmeliydim. Eşim hariç kimselere haber vermedim. Yalnızca eşime. Onu habersiz bırakmak hata olurdu zaten bir şekilde ya öğrenir ya da içine malum olurdu. Ben paşa paşa ona söyleyip rahatlamayı ve özgürleşmeyi tercih ettim (Gerçek bizleri özgür kılar).

Bazen Ali Sami Yen hakkında bazen ise Haydarpaşa Garı hakkında yazdım. Bazen içsel yolculuklarımdan bazen ise çıktığım yolculuklardan bahsettim. Başıma gelen komiklikleri anlatmak yazarken en çok beni güldürüyordu. İnanın en başta kendim büyük keyif alarak yazdım. Umarım okurken sizler de aynı keyfi almışsınızdır. Bugün artık 100’e yakın yazımı (98 adet) İçimdeki Dört Mevsim’de ve 10 adet yazımı da blogcuanne’de yayımlamış olmanın mutluluğunu yaşıyorum.

Geçen gün istatistikler denilen bir bölüme baktım ve bugüne kadar 30.000’in üzerinde görüntülenen sayfam olduğunu öğrendim. Bu adet benim için oldukça fazlaydı. Bu adetlere çıkabileceğimi hiç düşünmemiş hatta hayal bile etmemiştim. Okuyanlara, takip edenlere şükran ve minnetlerimi sunarım. İnanın beni çok mutlu ettiniz.


İstatistik çok önemli bir ölçüm biçimi. İyi yanı da var kötü yanı da. İstatistik bir çok kesim tarafından “sayılarla yalan söyleme sanatı” olarak kabul edilmekte. Winston Churchill mesela bir zamanlar “senin kendi elinle çarpıtmadığın istatistiğe inanma” demiş. Nihayetinde sayılar her şeyin var olduğunu ve aynı zamanda var olmadığını ispatlamaya yarıyor. Mesela Franz Joseph Strauss “Eğer başınız saunada ve ayağınız buzdolabındaysa, istatistikçiler ortalama bir sıcaklıkta olduğunuzu söyler” demiş zamanında. Haksız mı? Aslında istatistiklere göre yaşamak burçlara göre yaşamaktan daha güvenli değil ama ben bugün iyi tarafından bakmayı tercih ediyorum. 

İçimdeki Dört Mevsim’de en çok görüntülenen yazılarımı ise aşağıda sizler için görüntülenme adetleri ile birlikte sizlere sıralıyorum. Ali Sami Yen hakkında yazdıklarım oldukça açık ara bir numara gözüküyor.


  1. Bu bir veda yazısıdır ... Elveda Ali Sami Yen → 5.800 defa
  2. Yeni güneş ile gelen yeni bir şans → 1.663 defa
  3. Haydarpaşa Garı → 851 defa
  4. Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir – 5 → 585 defa
  5. Hafta sonu üzerine sohbetler - 5 Cumartesi ateşi → 478 defa
  6. Küçük miniminnacık ufacık küçücük balığın hikayesi... → 403 defa
  7. Göcek Adası: Sen kalk, cennetten kopup buralara ge... → 382 defa
  8. Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir – 2 → 335 defa
  9. Galatasaray'ın Sabri’lere değil Metin Oktay’lara i... → 274 defa
  10. Beni tanımayanlar için → 242 defa

Bu arada beni şaşırtan bir olayı da sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim. Benim bu blogda yazmış olduğum 97 adet yazı için almış olduğum yorum sayısı 107 iken blogcuanne’de yazma şans ve mutluluğuna eriştiğim 10 adet yazı için almış olduğum yorum sayısı 457 adet. Başka bir ifadeyle benim İçimdeki Dört Mevsim’de bir yazım ortalama yalnızca 1 yorum almışken, blogcuanne’de ki bir yazım ortalama 5 yorum almış. Tamam tabii ki blogcuanne’de görüntülenme benim bloguma göre çok daha fazla ve yine tamam okuyucu kendini blogcuanne'de çok rahat hissediyor, biliyorum çünkü ben de çok rahat hissediyorum ama diğer taraftan yazan kişi yine benim ve ziyaretçi sayım en azından yorum alma sayıma göre oldukça fazla ya da bu kadar ziyarete aldığım yorum sizce de çok az değil mi? Söz konusu bu konu nedenini en azından şimdilik anlayamadığım bir konu oldu çıktı. Bir yerde hata yapıyorum, o kesin ama nerede yapıyorum onu bilemiyorum.

 Aslında bugünle dünün tartışmasına girip geleceği kaybetmek istemiyorum ama diğer taraftan ne kadar geriye bakabilirsek, o denli ileriyi görebiliriz değil mi?

Yorum alma, almama olayını en azından ilk dönemlerde çok önemsemiyordum. Başka bir ifadeyle yorum almamanın dayanılmaz umursamazlığı içerisindeydim. Ama ortada yadsınamaz bir gerçek var ki yorumlar insanı yazmaya zorlayan itici birer güç gibiler. Varlıklarına insan çabuk ve kolay alışıyor. İşte tam bu noktada en baştan itibaren beni yorumlarıyla destekleyen, yazılarıma değer katan Berna’ya teşekkür ve minnetimi sunmak isterim.

Sizlerden bir konuda yardım rica edeceğim. Ben etkileşim kelimesini çok severim. Tecrübenin, bilginin paylaşılmasını ve gelişimi çağrıştırır. Ne özne vardır içinde ne de nesne, zaten önemli de değildir. Akıştır önemli olan, süreçtir. İşte bugüne kadar yazmış olduğum yazılara gelen yorumlardan hareketle başka bir ifadeyle aramızdaki etkileşimin yönlendirmesiyle çok kazanımlarım oldum. Bir çok yazımı önceki yazılarıma gelen yorumlar sayesinde yazdım. Neden daha fazla olmasın dedim ve bu yazıyı kaleme aldım. Ben nerede hata yapıyorum? Yazılarım çok mu uzun? Çok mu kişisel? Neden yazılarıma yorum bırakmayı tercih etmiyorsunuz? İçimdeki Dört Mevsimi her zaman ortak bir paylaşım alanı olarak düşündüm, planladım, en azından hayalini kurdum. Bugün bakıyorum da sanki benim kendi alanım gibi bir görüntü içerisinde. Günün moda kelimesiyle velev ki öyle ev sahipliğimin neresinde hata yapıyorum? Sizlerden ricam en azından bu yazıma yorum bırakın ki aramızda bir etkileşim olabilsin ve yine bu etkileşim sayesinde bu mecra ortak bir mecraya, herkesin fikirlerini gönlünce yazabildiği bir platforma dönüşebilsin.

Şimdiden içten teşekkürlerimi sunarım ...

5 Temmuz 2012 Perşembe

Sıradanlıktan sıradışılığa


İşten eve dönmek güzeldir. Keyif eve dönüş yolunda daha başlar. Evet bazen trafik vardır, canınızı sıkabilecek, bazen de işte kalan aklınızı geri getirmek ama açılan bir müzik ile son bulur tüm sıkıntılar. En azından son bulması için dinlediğiniz müziği ya da haberleri bir vesile olarak görürsünüz. Eve dönüyorsunuz daha ne olsun. Beni bekleyen oğlumun ve eşimin varlıkları en güçlü sakinleştiriciden daha etkilidir benim için. Onlar tüm gün türlü türlü işlerle uğraşıp, yorgun, argın eve döndüğümde beni bekleyen huzur ve mutluluk kaynaklarıdır.

Mutlu olmak ve huzur duymak için işten sonra mümkün olduğunca program yapmayıp eve dönmeye çalışırım. İş nedeniyle zaten istediğim kadar zaman geçiremediğim ailemle tüm iş dışı saatlerimi geçirmek benim için aksi düşünülemez olandır. Oğlumla uyanık olduğu her bir anı beraber geçirebilmek adına uyumadan ona kitap okuma ayrıcalığı da çoğu zaman benim olmuştur. Ben oldum olası kitapları çok sevmişimdir. Onların varlıkları beni hep mutlu eder. Kitaplarımı ve onlara olan düşkünlük ve hassasiyetimi, oğluma göstereceğim belki de en önemli hayat dersi olarak görürüm. Çok küçük yaşlardan bu yana kitap okumayı hep çok sevmiş ve mümkün olduğu kadar da çok okumaya gayret etmişimdir. Bazen bu sayede filozoflarla sohbet etmiş, bazen ülkeleri gezmiş, bazen savaşlar öncesinde kralların neler hissettiklerini öğrenmiş, bazen de insanların düşünsel dünyalarında yolculuklar yapmışımdır. Kimisinden az, kimisinden çok keyif almışımdır ama onları her zaman için basit yol göstericilerim, sessiz öğretmenlerim olarak görmüşümdür. 

Oğlumun bugün oyuncaktan daha çok kendine ait kitapları var. Resimlerine bakmayı, onları okumamı, okumadan gördüklerinden hikayeler yaratmayı çok seviyor ve bu beni çok mutlu ediyor çünkü biliyorum ki bu selüloz yığınının tadını bir kere o aldı mı kolay bırakılamayacak bir keyiftir kitap. İşte bu nedenle sahip olduğum ayrıcalığın ağırlığını ve sorumluluğunu bilerek hareket ederim. Zaman geçirmek için değil anlam katmak için okurum. Okurken kendimce drama bile yaparım. Amacım ise oğlumun kitapları sevmesini sağlamaktır.

Geçenlerde okuduğum bir kitap diğer 3+ yaş kitaplarından farklıydı, özeldi. Kitabın ismi Sıradan bir okul günü. Nesin Yayınevi’nden çıkmış. Orijinal ismi Once Upon An Ordinary School Day. Yazan Colin McNaughton ve resimleyen ise Satoshi Kitamura. Kitabın çevirisini ise Tülay Dikenoğlu Süer gerçekleştirmiş.

Kitap “Sıradan bir okul gününde sıradan bir çocuk sıradan rüyalarından uyandı, sıradan yatağından kalktı, sıradan bir biçimde tuvalete gitti, elini yüzünü yıkadı, sıradan giysilerini giydi ve sıradan kahvaltısını yaptı” diye başlıyor ve 25 adet sıradan kabul edilebilecek, artık rutinleşmiş ve neredeyse üzerinde düşünmeden, tadını çıkarmadan, kıymeti bilmeden yaptığı işleri sıralıyor. Sonra bir cümleyle sıradanlık sıradışılığa dönüşmeye başlıyor:

Sıradan çocuk sıradan sınıfına girdi ve sıradan sırasına oturdu. Ve sonra oldukça sıradışı bir şey oldu... Günaydın herkese diyerek oldukça sıra dışı biri sınıfa daldı. Benim adım Bay G. Sizin yeni öğretmeninizim”.

Bay G. bana daha ilk baştan geometriyi, gloria’yı ve God’ı çağrıştırdı. Belki yazar bunları düşünerek yazmamıştı ama kitap okuma da önemli olan zaten beyninizin, zihninizin tetiklenmesi ve bu tetiklenme sonucunda üretmiş olduğunuz düşünceler, fikirler ve hayallerdir. İşin ilginç, rahatlatıcı, ve muhteşem olan noktası ise yaratılan tüm düşünce, hayal ve fikirlerin okunan satırlardan bağımlı ya da bağımsız olabilmesi. Kitap her bir okuyan için ayrı bir hikayedir aslında. Kitap kişiselliktir. Kitap kendi iç dünyana yaptığın yolculuğun altın anahtarıdır. Kimsenin bilmediği sığınağındır. İnsanlardan, olaylardan, dertlerden veya seni rahatsız eden ne ise ondan bir kaçıştır. Tamam bu çocuk kitabı için bu kadar anlam yüklemek çok fazla ama inanın bu kitap bu satırları tabii bence hak ediyor.

Ceviz Ağacı’na bakarsanız tek bir ceviz dahi göremeyebilirsiniz. Sonra bir adım sağa, ya da bir adım sola kayarsınız ve bir bakarsınız tüm cevizler ortaya çıkmış. Önemli olan bulunduğunuz, baktığınız yerdir. Önemli olan bakış açınızdır. Farklı yönden bakabilmektir. Kitabın başardığı işte budur.

Kitapta hayranlık uyandıran o kadar çok nüve var ki hangisini öne çıkarmam gerekiyor onu bile bulabilmiş değilim. Ama yine de bana göre çok çarpıcı olan noktaları sizlerle paylaşmak isterim.

Öncelikle konuya farklı gözle, farklı açıdan bakabilmesinde ki başarı. Herkesin görebildiği bir olaya bu kadar farklı bir yaklaşımda bulunması, yazarının yaratıcılığını göstermekte her şeyden önce.

Bay G. daha ilk derste, öğrencileri tanımak için öğrencilere müzik dinletir. Sonra bu müziğin onlara neleri çağrıştırdığını söyler. Her kafadan sesler çıkar. Bay G. mutlu mutlu şimdi size çağrıştırdıklarını resimleyin der ve müziği tekrar açar.

Hayal gücünün en üst düzeyde kullanıldığı bir teknik ve onun kitaplaştırılması. Yazılanlar son derece günlük hayattan ve gerçekçi. Çocuk dili de kullanılmamış. Direk tüm insanlara tabii bence odaklanılmış.

Bu dünyaya bildiğimiz, hatırladığımız kadarıyla bir kere geliyoruz. Yalnızca ve yalnızca bir kerecik şansımız var ve içinde bulunduğumuz hayatı tek düzeliğe çevirmek için didinip duruyoruz. Aslını isterseniz bu çok da normal çünkü beynimizin işleyişi zaten bu yönde. Bilincimizin remi düşük olduğundan tüm karşılaştıklarını tekdüzeliğe dönüştürmeye  çalışıp bilinç altına iteliyor. Orada işlemler kendiliğinden devam ediyor (bisiklet ya da araba kullanmayı bir kere öğrendikten sonra unutmamak ve başka bir sürü şey yaparken kullanmaya  devam edebilmek gibi). Arada bir bu gidişata itiraz etmek, dellenmek, baş kaldırmak ve yapılan sıradan eylemlere anlamlar yüklemek ve sıradışı hala getirmek gerekiyor. Sözünü ettiğim kitabı olur da okuma şansınız olur ise bu açıdan ele alarak okumanızı tavsiye ederim.

Mutlu, keyifli, huzurlu, dolu, dopdolu ve sıradışı bir hayat dileklerimle.