Bu Blogda Ara

23 Aralık 2013 Pazartesi

Üç silahşörler ve pijama

Pijama. Son zamanlarda üzerine oldukça düşündüğüm bir kelime. Düşünmenin de ötesinde bir çok konuşmanın merkezine oturmuş  bir konu. Başlı başına bir tercih ya da zorunluluk. Nereden bakarsanız artık. Ben her akşam eve gidip, ilk önce ellerimi yıkarım, sonra üzerimi değiştirip, benim pijama diye adlandırdığım ve çoğu kere eşofman altı ve tshirt ya da sweatshirtten oluşan ev giysilerimi giyerim. Oğlumla oyunlarımı da bu giysilerle oynarım, şarabımı ya da rakımı da yine bu giysilerle içerim. Geçen gün şirkette bir arkadaşımla konuşurken bir anda konu pijamaya geldi. Arkadaşım giydiğim pijama konusuna bir hayli güldü. Beni pijamalarla düşünemediğini söyledi ve sonra neden bilmem pijama ve nedenleri hakkında kendimizi konuşurken bulduk. O konuşma sonrasında da zaten pijamaya kafayı taktım. Hem düşündüm, hem araştırdım, ve şans da yardım etti hem de izledim (Cem Mumcu’nun geçen yazıda bahsettiğim programı). Bu yazının konusu pijamadır efendim. Yazının içinde ki tüm artılar Freud’e ve Cem Mumcu’ya aittir. Eksi diye düşüneceklerinizi  ise ben kendi üzerime alıyorum. Demek istediğim, Freud ve Cem Mumcu ile zenginleşen değerlendirmem sonucunda bu yazı ortaya çıkmıştır.

Pijama: Bazılarına göre bir hayat tarzı, bir varoluş biçimi, bazılarına göre ise sonun başlangıcı, bir yok oluş biçimi. Okuyun ve değerlendirmenizi kendiniz için yine kendiniz yapın.

Orijinallikten her geçen gün biraz daha fazla uzaklaşıyoruz. Sıradan, sıkıcı ve daha az çekici insanlar oluyoruz her geçen gün biraz ve biraz daha. Nedeni belki bizzat bizleriz, belki bilinç altlarına sürekli olarak verilen mesajlar, belki de artık varlığını kanıksadığımız ve bizi her gün biraz daha öldüren stres dolu yaşamlarımız. Öyle ya da böyle monoton, orijinallikten yoksun hayatlar, her geçen gün artık tanınan, sevilen ve evlenilen insan olmaktan uzaklaşmalar ve son zamanlarda oldukça artan boşanmalar.

Yurt dışında yaşayan bir akrabamın bir tanıdığı İstanbul’a geldi. Akrabamız onu bir yere yemeğe götürmemi rica etti. Hatta gideceğin yeri de sen seç dedi. Ben seçe seçe bizim hafta sonları genelde gittiğimiz bir kebapçı ismi söylediğimde akrabam en başta benim için çok üzüldüğünü söyledi. Bu kadar orijinallikten uzak bir yer senden hiç beklemezdim dediğinde ben de ne yalan söyleyeyim biraz utandım ama açıkçası kendimi suçlu da görmedim. Alışıla geldiği üzere ve gayet kolaya kaçaraktan, alıştığım, bildiğim, rahat ettiğim ve bize oldukça da yakın olan bir yeri seçmiştim. Orijinal evet değildi ama zaten son zamanlarda hayatım da orijinal değildi ki.

Pijama giyme kendimizi kandırma mı yoksa gerçekten de mutluluk için verilen bir ödün mü? Sahi bu ödün sonucu ele geçen mutluluk gerçek anlamda bir mutluluk mu yoksa kolaya kaçma ve monotonluğu kabul etme mi?

Hadi gelin biraz başka konulardan konuşalım. Kafayı dağıtıp sonra yeniden bu konulara gireriz ...

İnsanının en temel dürtüsü nedir, bilir misiniz? Hiç yormayın efendim kendinizi, ben hemen söyleyeyim: Hayatta kalmak. Bu dürtüyü ortaya çıkaran ise insanın durdurulamayan ama bazen sınırlar altına alınabilen hayvani tarafıdır.İçimizde kabul edelim ya da etmeyelim doyumsuz bir hayvan vardır adeta. Kendisini yalnızca ihtiyaçlara göre ayarlayan, eleştiri kabul etmeyen, güdüsel, durdurulamayan yanımızdır kendileri. Ana kaynağı cinsellik, açlık gibi ihtiyaçların en bencilce doyurulmasıdır.Temel ve en ilkel benliktir ki Freud'a göre id yani sözünü ettiğimiz hayvani yan, ya da ilkel dürtü, kişinin ilkel benliğidir. En basit tarifle kişinin başını derde sokan tarafıdır. Ortada bir haz vardır ve bu haz hiçbir sosyal kural önemsenmeden karşılanmalıdır. İstek emir telakki edilip yerine getirilmelidir. Size bu yazılanlar tanıdığınız, sevdiğiniz hatta üzerlerine titrediğiniz birilerini hatırlattı mı? Tabii ki yaaa, çocuklarımızı. İşte bu nedenle zaten kişiliğin çocuksu tarafı da denmekte.

Kişilik gelişimlerini dönemlere ayıracak olursak en alt basamakta çok doğaldır ki id gelecektir.  Bu alt basamağın yaramaz çocuğu, başını ne zaman derde sokacak olsa, onu oradan kim kurtarıyor biliyor musunuz? Ego’muz, yani benlik bilincimiz. Ego bu ufaklığın isteklerini gerçeklikle karşılamaya çalışan zavallı bir ağabeydir. Çeşitli savunma mekanizmaları ile küçük kardeşi dengeler. Temel görevi kişisel güvenlik sağlamak ve çocuksu bazı isteklere izin vermektir. Aynı zamanda eleştiriyi yapan bölümdür, güdüleri durdurma ile ilgilenir. Freud'un oldukça güzel ifade ettiği üzere ego, şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir. Id ve süperego arasında dengeleyici unsurdur, iki ayrı tarafın isteklerini uzlaştırmaya çalışan burnu b..'tan kurtulmayan hakemdir.

Bu son cümleden hareketle gelinen nokta süperego oluyor. Kısaca ona da bakalım. Süperego yani üst benlik, kural ve değerler bütünlüğü içinde insana yön veren bölümdür. Bir nevi vicdan diye düşünebilirsiniz ama bu kelime tek başına yeterli gelmez tabii. Kültürel adetlerin ve sosyal kuralların içselleştirilmiş bir sembolüdür. Tabuları ayakta tutar. Emir ve yasakları çok sever. İyi ile kötüyü ayırmaya başladığımız zamanlarda hayatlarımıza girer ve zamanla aile, anne ve baba, çevre, okul, din, geleneklerden öğrendiklerimiz içselleştirilir ve bizim değer ve kurallar bütünlüğümüzün oluşmasına yardım eder. Söylemeye gerek var mı bilemiyorum ama hani başını sürekli derde sokan ufaklık var ya, onu hiç sevmez, onunla sürekli çatışma halindedir. 

Bu üçlü sürekli kapışırlar. Daha doğrusu ikisi sürekli kapışır ve ego arayı bulmaya çalışır. Bu üç temel bilincin dengeli olması gerekmektedir. Bazen bir veya ikisinin yeterli seviyeye ulaşmaması hayatın dengesini  yok eder. İnsan, düşünen bir yaratık ve zararı önceden hesaplayabilecek; sonradan öğrenebilecek bir yapıya sahiptir. Kimi bunu Tanrıya bağlar, kimi de Freud gibi Evrim Kuramı şeklinde izah eder. İkisinde de ortak olgu vicdandır. Beni ilgilendiren bölümü ise mutluluk ve huzur için anahtar kelime bu üçlünün dengeye oturması gerçeğidir. Tüm arada kalanlar gibi en zavallısı aralarında kalan ve hatta çoğu kere ezilen ego ağabeydir.

Şimdi burada bir es verelim. Bakın pijamadan nerelere kadar geldik. Şimdi artık yapmamız gereken pijama ile başta ezilen ego olmak üzere tüm bilinçleri birbirleriyle bağlamak. Bir sonraki yazıda Cem Mumcu’dan da yardım alarak bu bağlantıları yapmaya çalışacağım. Dahası beraber bana göre oldukça sert bir duvara çarpacağız. Ben açıkçası çarptım. Çarpmamızda gerekiyor aslında yoksa bizler arada kalmaya ve hayatlarımızı adeta bir tabutta sürdürmeye devam edeceğiz. Bir sonraki yazıyı şimdiden başta egolarımız olmak üzere tüm ezilenlere, looserlara, kezbanlara adıyorum. Artık onları da düşünme zamanı. Birbirinden keskin iki tarafın arasında kalıp ezilmeye bir son verilmeli. Deli saçması gibi geldi değil mi yazdıklarım. Merak etmeyin akıl sağlığım en azından hissettiğim kadarıyla hala yerinde. Tüm bu yazdıklarım bir sonraki yazımda daha bir anlamlı olacak. En azından ben bunu ümit ediyorum. Umarım öyle de olur. Eğer olmazsa en azından denedim diyebileceğim. Ya siz? Denediniz mi? Deneyecek misiniz? Gelin bir sonraki yazım milat olsun ve bu kısır döngüyü beraber kıralım.

Zorunluluklardan uzak, tercihlerinizle dolu bir hayat dileklerimle...

10 Aralık 2013 Salı

Hayatın özeti: Zıtlıkların uyumu

Kız kardeşim ingilizcesinin yeterli olmadığına inanıyor. Bence yanılıyor. Ben bir uzman değilim ama  kendi ingilizcemin kötü olduğunu düşünmüyorum. Benden tabii ki çok daha iyi konuşanlar var ama ben de derdimi en iyi şekilde idare edebiliyorum. En azından yurt dışlarında bu ingilizceyle yaşamışlığım, gezmişliğim ve çalışmışlığım var. Kız kardeşim de en az benim kadar konuşuyor. İşte bu nedenle ben ısrarla yanıldığını düşünüyorum. Geçen gün onunla bu konuyu konuşurken, bu konudan hareketle bulanık mantık, dualite ya da ying yang gibi bazı konulardan bahsetmenin benim çok hoşuma gidebileceğini düşündüm ve bu satırları kaleme almaya başladım. Konumuz artılarımız, eksilerimiz ve bunların oranları. Umarım beğenirsiniz.

Dualite konusu beni her zaman şaşırtmıştır. İlk zamanlarda biraz korkutmuş olsa da geçen yıllarla beraber aslında ne kadar da rahatlatıcı olduğu gerçeği ile beni şaşırtmaya yine yeniden devam etmiştir. Peki nedir bu çok şaşırtan konunun alameti farikası? Bazı olgular vardır farkında olun ya da olmayın hep beraber düşünür ve beraber kullanırsınız, zira bunların birbirleri olmadan anlamları kalmaz. Gelin bir kaç örneği beraber sıralayalım:

Galatasaray-Fenerbahçe mesela. Ebedi dost ezeli rekabet. İşin şakası bir yana (ama her şakada da bir gerçek payı vardır aslında) listemize başlayalım.

Işık-karanlık, ak-kara, hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin, iç-dış, pozitif –negatif yeterli mi? Yetmez ama evet mi boş verin eveti gelin listeye devam edelim o zaman. Mıknatısın zıt iki kutbu (mıknatıs ne kadar küçük parçacıklara ayrılırsa ayrılsın her seferinde iki ayrı kutup meydana gelir ve tek kutuplu bir mıknatıs meydana getirilemez), soğuk-sıcak, eril-dişil, doğum-ölüm, yükseliş-iniş, mikrokozmos-makrokozmos, ruh-madde.

Ne mi demek istiyorum?

Hayat "ya, ya da" değil "hem hem" dir. Hayat, evrendeki karşıtlık ve birbirini tamamlayıcılık ilkesini üzerine kurulmuştur.  Evrende her şey çift ve zıttı ile birlikte yaratılmıştır. Her parçacığın zıt yükte bir antiparçacığı vardır. Zerre ve hücrelerden, galaksi ve insanın kendisine kadar her yerde ve her şeyde bu gerçeği görmek mümkündür. İşte buna dualite ya da ikili denge ya da ikili sistem denmekte.

Hayat bol miktarda tuzaklar içermektedir. Kim aksini söyleyebilir ki? Buna karşılık gelin görün ki beklenmedik mutluluklar da hemen yanı başımızda belirebilmektedir.  Hayat bu, bazen siyah bazen ise beyaz. Ne 1 ne de 0. İşte buna da Fuzzy mantığı (Bulanık Mantık) denmekte. Hayatlarımız hep grinin bir tonunda seyretmekte. Hayatın tam da özeti idi aslında. Yalnızca siyahlar ve beyazlar yoktur, griler de hatta grilerin tonları da vardır.

Hayatımızda karşımıza çıkan tüm durumlar için bu aslında geçerli bir mantık. Önemli olan içinde bulunduğumuz andaki durum renginin siyaha ya da beyaza ne kadar yakın olduğu. Aynı tüm hareketlerimizi belirleyen sevgi ve korku oranlarımız gibi. Önemli olan bu karışıklık içerisinde hangi yöne eğilimimiz olduğu. Bir taraf aslında asla yok olmuyor; ne pratikte, ne de teorikte, ne felsefik olarak, ne de matematiksel olarak. Asla yok olmayan bu ikili düzlemde önemli olan, tercihlerimiz ve bu tercihlerimizi sahiplenmemiz. Gri alanlar illaki hep olmaya devam edeceklerdir.  Yalnız siyah ve beyaz renkten oluşan hayat  bugün yalnızca Çarşı’da ki onu da yok etmek için maalesef yoğun uğraş verilmektedir.

İnsan bu yaklaşımla olaylara baktığında işi son derece de kolaylaşıyor. Bir taraf tutmasına gerek kalmıyor. Her iki tarafa da eşit mesafeden bakıp, korkusuz bir tercih yapabiliyor. Karışık konuşmayıp düz olmak gerekirse yalnızca iyi ya da ya da yalnızca kötü bir şey yoktur, o şey hem iyidir ve hem de kötüdür (ying yang).  Yani büyüklerimizden sürekli duyduğumuz söz: Her hayırda bir şer; her şerde de bir hayır vardır.

Siyah beyazlı hayat aslında otuzlu yaşlara kadar sürüyor. Sonra yaşasın gri hayat. Önemli olan gri renklerle dolu hayatımızda gri giyinmemeyi başarabilmek. İsteklerimizin, hedeflerimizin, hayallerimizin ve bu uğurda aldığımız yol ve çabaların yalnız siyah ya da yalnız beyaz olabilmesi, net olabilmesi.

Tüm bu yazdıklarımı günlük hayat düzeyine indirgeyecek olursam bütün sahip olduğumuz özel yeteneklerin yanında insanların zaafları da vardır. Hem yeteneklerimize ve hem de eksikliklerimize de belirli bir oranda sahip olabiliriz. Belki çok büyük ve beylik bir laf olacak ama engellemelerimizin, eksikliklerimizin tarihidir hayatlarımız. Engeller, eksiklikler olmasa destansı hayatlar da olmazdı, gelişemezdik, üretemez, hayal kuramaz, yaratamaz, geliştiremezdik.

Doğaldır hep iyi özelliklerimize odaklanıyoruz. İyi bir işim var, iyi kazanıyorum, sağlıklıyım, ailem var gibisinden ama hayatta işte dualite mantığı var. Güzel olanın çirkini var, acının yanında mutluluk var sevgin yanına nefret var ve bu nedenle yoksunluklarımıza, eksikliklerimize de odaklanmalı onları da karşılamaya çalışmalıyız. Onları yok kabul edip, yüzleşmemek bize çok pahalıya patlar. Her şeyden evvel başka nasıl dengeye ulaşabiliriz ki?

Çoğu kere hayatın zorluğu, stresi ve çeşitli mekanizmaların yönlendirmesi ile (Mesele organik pazar elması olabilmek) öyle bir sarmalın içinde buluyoruz ki kendimizi, ne düşünebiliyoruz, ne de hissedebiliyoruz. Bir yol bulup buna son verebilmeliyiz. En kötü ile yüzleşebilecek cesareti gösterebilmeliyiz.

 Hepimiz şık olmaya, zayıf olmaya, başarılı olmaya, eksiksiz olmaya, güzel ve moda giysiler giymeye, güzel olmaya, seksi olmaya doğru gidiyoruz. Çevremizi sarmalayan afişler, reklamlar, rol modeller, TV ve sinema kahramanları, yazılı ve görsel basın hep bu yönde bizleri işliyor. Gerçek olmayan hayatlar yaşıyoruz. Gülse Birsel ne de güzel demiş gerçekten de yalan bir dünya da rol yapan insanlarla bir arada rol kesiyoruz. Yorulmuyor musunuz? Yorulmuyor muyum? Hem de ne kadar çok.

İnsanların gençlik yıllarında arkadaşları oluyor etraflarında ve insan ister istemez kendini karşılaştırmaya başlıyor; bu daha uzun, bunun fransızcası benden daha iyi, bu daha iyi basket oynuyor,... ve ister istemez kendi yerini toplum içinde belirliyor. Zamanla arkadaşları azalıyor ve yaptığı karşılaştırmalar derinlikten çok uzak, basit, yüzeysel karşılaştırmalar oluyor. Gerçeklikten çoğu kere uzak bir değerlendirme ve karşılaştırmayla yerini belirlemek durumunda kalıyor ki bu da sıkıntı yaratıyor.Çoğu kere de bu durumlarda fedakarlık yaptım aldatmacası içine giriyor bunun aslında yüzleşmekten bir kaçış olduğunu göremiyor . Başarı da var hayat da başarısızlık da. Mutluluk kadar mutsuzluk da var. Birini göstermek serbest olurken diğerini göstermek zayıflık olabiliyor. Oysa bunu saklamak aslında en büyük zayıflık. Ağlayabilme doğallığını gösterebilmektir büyüklük aslında yoksa çelik gibi ama ruhsuz bir surat ifadesine sahip olmak değil.

Aslında tüm bunların nedeni alt bilinç, ego ve üst benlik kavramlarında ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerinde yatıyor. Anlayacağınız çözüm için bize gerekli olan büyük düşünür, ünlü ve tarihsel kişilik olan Freud Amca.

Geçenlerde Cem Mumcu’nun bir programını izledim. Öylesine beğendim ki sonrasında youtube’tan bulup tekrar izledim. Adam işi çoktan çözmüş. Hem onun düşüncelerini ve hem de Freud Amcanınkileri, kendiminkilerle harmanlayıp bir sonraki yazıda, bu yazının devam niteliğindeki yazı ile anlatmaya çalışacağım. Oldukça ilgi çekici notlar aldım. Kafamda da sizlerle paylaşmak için can attığım oldukça ilginç saptama ve çıkarımlarım var. Ben bir düşünür değilim elbet ama hiç düşünmem de demek değil bu.

Bu konuyu bağlamak gerekirse söyleyebileceğim iki şey olur: Kendinize güvenin (çünkü siz de yok sandığınız yetenekler dahi bulunmakta aslında) ve eksikliklerinizden korkmayın. Unutmayın ki tüm eksiklik ve yeteneklerinizle birlikte siz, sizsiniz. Kendinizi bir bütün olarak sevin. Hep siz kalmanız dileklerimle.

Yakında görüşmek üzere.


27 Kasım 2013 Çarşamba

Hoşçakal Acı Vatan Haarlem 3

Paramızla rezil olmak ve ötesi

Yazının bundan sonraki bölümü daha önceden de uyardığım üzere küçük çocuklarıyla tatile gitmeyi düşünen ebeveynler için uygun değildir. Bu tanıma uygun kişilerin yazının geri kalanını okumamaları şiddetle tavsiye edilir. Ben yazar ve o günleri yaşayan bir kişi olarak samimi uyarımı yapıyorum. Köprüden önceki son çıkış, mutlaka değerlendirin ve okumadan çıkın. Tatilimizin geri kalanı için söyleyebileceğim tek şey, paramızla rezil olduk. Gittiğimize gideceğimize binlerce kere pişman olduk. Bir daha yirmi sene boyunca yurt dışı tatillerine gitmeme kararı aldık üstelik oy birliği ile.

Şartmış gibi sen her anını fotoğraflayıp paylaşırsan olacağı bu olurdu. Muhteşem başlayan tatilimiz gölgelenmeye, hatta bulutlanmaya ve hatta ve hatta şiddetli sağanağa uğramıştı. Belki paylaşmanın yarattığı kötü düşüncelerden veya belki virüs ve bakterileri adeta bir paratoner gibi üzerine çeken oğlumun üstün kişisel özelliğinden, oğlum dilini bilmediğimiz, bize ait olmayan bir evde ve yatakta hastalanmıştı.  Hem de ne hastalanma. Ne ararsan vardı. Ateş 40.5’lere dayandı, hem de bir anda. Panik,üzüntü, çaresizlik ve sıkıntıdan ne içtiğim pinot kaldı ben de, ne o ana kadar yaşadığımız keyifin izleri. Silindir gibi ezilip un ufak oldu o ana kadar biriktirilen anılar. Ateş tek başına gelmedi, yanında önce bulantı ve sonrasında kusma getirdi. Ne yatak kaldı, ne üst baş. Pislenen eşyalar için ayrı bir çanta almak zorunda kaldık, siz oradan ölçün biçin. Kustukça rahatlar değil mi insan yok hayır kardeşim, ardından boğaz ve mide ağrıları girdi hayatlarımıza. Ateş, mide ve boğaz ağrıları ve kusma. Bir insan tatilde bunlardan başka ne isteyebilir ki. Bilmem mesela ishal fena olmazdı ve yanına yine mesela kulak ağrısı. İsteğin benim için emirdir dendi ve bunlar da eklendi. Oğlumun temiz külot sayısı bir anda azalmaya başladı. Ama bitmedi, bitiremedik çünkü biz herhalde sahip olduğu tüm eşyaları beraberimizde getirmiştik (hatırlayınız büyük valiz konusunu). 

Yanımızda ateş düşürücüler vardı, hemen kullanmaya başladık. Bazen fayda etti, bazen ise etmedi. Bir ara duşa bile sokmayı düşündük. Bir yandan da doktorlar aranmaya başlandı. Bizim doktorumuz  sosyetik olduğundan yurt dışındaydı ve çoğu kere telefonu kapalıydı. Aile dostunun çocuk doktoru olması kadar bizim için güzel ve dostumuz için kötü bir şans olamaz. Biz de böylesi iki dost vardı ve sonuna kadar bu güzel şansı kullanıp, bayramlarını elimizden geldiğince rezil ettik. Bir tanesi bizden artık sıkılmış olacak ki bize en söylenmemesi gereken şeyi söyledi ve oğlunuzu mutlaka bir doktora gösterin dedi. Sanki bu dediği kolaydı. Sanki biz bunu düşünememiştik. Tek akıllı sanki oydu. İçinde bulunduğumuz ve ayrıldık diye sürekli tartışmalara neden olan bu sosyalist ülkede bu dediğini gerçekleştirmek kolay değildi. Elini kolunu sallayarak hastaneye gidemezdin. Önce seni mahalle doktoru görmeliydi. Heee o mahalle doktorunun seni görmesi için de senin ona kayıtlı olman ve sabah saat 11:00’e kadar talepte bulunman gerekirdi. O doktor sevk etmesi durumunda hastaneye gidebilirdin. Bizde ki gibi sana ne kardeşim, parayı verir, hastane hizmetinden yararlanırım düşüncesi bu ülkede işlemezdi. Peki ya size zamanında yine bu ülkede dişime kanal tedavisi yapan doktorun  acımasız bir canavar olduğu söylesem. Uyuşturmadan soğuk su tutarak tedavi yaptığını söylesem. Etim benzim atmıştı. Katliam gibi tedaviydi. Ağrı kesici ve antibiyotiğe karşı bir ülkeydi. Benim gibi bunların içinde büyüyen kişileri ise pek düşünmezlerdi.

Eşe dosta haberler salındı. Orada yaşayan Hollandalısı olsun Türkü olsun  araştırıp durdu ve bir çözüm üretemedi. Ben ise karar vermiştim baktım ateşi duş ile bile düşüremiyorum hastaneye gidip zorla girmeye çalışacaktım. Varsın sonrasında sınır dışı etsinler. Neyse ki duşa bile gerek kalmadı. Hemen erken dönme senaryoları gündeme geldi ve bilet arayışlarına başlandı. Bulundu da ama oğlum dönemeyecek kadar kötü durumdaydı.İştahı iyice kesilmişti. Aşırı yorgundu. Kustuğu ve s..tığı anlar dışında sürekli uyuyordu. Battal boy bez bulup aldık ve ishalin neden olduğu sonuçları böylelikle kontrol altına alabildik. İlk gün sonunda kusma olayı da iyice azaldı ama ağrılar üç bölgede devam ediyordu. İşte böylesi bir anda o tarihi kararı aldım: Dönünce oğlumun doktoru ile aramı son derece iyi bir hale getirecek ve yurt dışı gezilerine onun ailesi ile birlikte çıkacaktık. Bu karardan doktorun henüz haberi yok ama eminim bizi çok sevecektir. Onunla ve ailesi ile yurt dışı gezilerinde çok eğleneceğiz.

Üç gün boyunca bırakın evden çıkmayı yataktan dahi çok ender çıktık. Koskocaman yatakta gece gündüz üçümüz yatıp durduk. Ben hem kitabımı bitirdim bu süre için de ve hem de Breaking Bad’in ilk sezonunu. Alışveriş olayını sonraya bırakmıştık. Ağız tadıyla yapma şansımız hiç olmadı. Pizzacı da illaki bir kere daha yeriz demiştik, yiyemedik. Şirketten bir arkadaş o sıralarda Brüksel’de idi ve bizi ziyaret edip birlikte Specktakel’a gidecektik. Telefon edip hiç gelmemesini rica ettik. Kendimizce planladığımız hiç bir şeyi hastalık sonrasında yapamadık. Hoş zaten yapabilecek imkanımız olsa da yapamazdık, o moral kalmamıştı bizde. Tek istediğimiz bir an önce evimize ulaşmak ve oğlumuzu güvendiğimiz bir doktora gösterebilmekti. Benim için zaten önemi yoktu ama eşim için de ne Hollanda vardı artık ne de Haarlem.  Rüyadan uyanmış ve aslında buraya ait olmadığımızı ve asla olamayacağımızı görmüştü. Bunun para ile, eğitim ile, yaşam tarzı ile bir alakası yoktu. Bu bir tercihti ve bizim tercihimiz çok daha belki oryantal da değildi daha bir Türklere özgü idi.
Yerli yerliliğini turist de turistliğine bilmeli diyerekten dönüşte de otobüs yerine taksi ile döndük.  Şoför nereli olduğumuzu sorduğunda Türk olduğumuzu söyledik. O da Hollanda’nın dün gece bizi iki sıfır yendiğini ve Brezilya’ya elveda dediğimizi söyledi. Gülüp sinirimi belki bozmaya çalışıyordu ya da yalnızca ben uçan kuştan nem kapıyordum. O an işte bahşiş vermemeye karar verdim. Kendi kaybetti. O kadar futboldan uzaktım ki o an kendisine yalnızcahappy for you demekle yetindim.

Oğlumun bitkin hali hava alanında da sürüp gitti. Yemek de yemedi. Yürümeye bile tahammülü yoktu. Çoğu kere kucağımda bana sarılarak zaman geçirdi. Çok şükür yolculuk sırasında kusma ve ishal vakaları olmadı. Yine bol bol uyudu. Hasta olduğu için kendi kendine de üzüldü bir tanem. Ne ben ne eşim ne de kendisi ona hastalığı bir türlü yakıştıramıyorduk. Türkiye’ye dönüşümüz ise muhteşem oldu. Bankamızın müşterilerine sağladığı bir hizmetten yararlanmak suretiyle kapılarda karşılandık. Görevliler eşliğinde sıraya girmeden pasaport kontrollerimiz yapıldı, bavullarımız taşındı, araba ile gideceğimiz yerlere gittik, krallar gibiydik. Son noktada ise araç gelip bizi evimize kadar bıraktı. Ben böylesi bir servisi ve hizmeti görmedim doğrusu. Üstelik her müşterinin yılda beş kere hakkı varmış. Eşim de aynı bankanın müşterisi olduğundan bu bize on sefer demek olur ki o kadar yurt dışına çıktığımız yok doğrusu. Bankamı çok seviyorum.

Hani çocuklar gibi şendik lafı vardır ya, evimize vardığımızda bizi en iyi anlatan söz bu olmalıydı. Eve vardığımızda çok ama çok mutluyduk. Yemişim yurt dışını, biz burada mutluyduk işte. Konjonktür evet yine parlak değil ama ne yapalım, bir şekilde hep beraber idare etmeye çalışacağız.

Siz bakmayın tüm bu yaşananları bu kadar kolay anlattığıma, insanın ömründen ömür gittiği bir kaç gündü. Anne babalık kesinlikle 24 saatlik bir iş. Tamam çok keyifli ama bir o kadar da dikkat ve emek isteyen bir iş. Gevşemeye asla yer yok bu işte. Hastalık zaten başlı başına kötü bir şey. Hele ki sevdiğiniz biri hastalanınca ve bu sevdiğiniz biri daha ufacık bir şeyse size hissettirdiği çok daha kötü oluyor. Sizi çaresiz bırakıp oldukça mutsuz ediyor. Biz de bir de eşimin böylesi anlarda kendisini bırakması da devreye giriyor ki yüküm iki belki üç belki beş kat oluyor. Ben ailenin babasıyım ve görevlerim yalnızca bilinen rutinlerle sınırlı değil. Hep derim ya, ailem her şeyin en iyisini hak ediyor. Benim görevim de en iyiyi onlara olabildiğince ve imkanlarım dahilinde sunabilmek. Görevimin nefes aldığım sürece devam edeceğini bilmek beni tedirgin de etmiyor aslında bilakis motive ediyor. Evet ben evimizin babasıyım, başıyım. Bununla beraber eşim ise ailenin boyunu, nereye gidileceğine karar vereni. Tek başına boyun görevini de üstlenmek hiç kolay olmuyor, olmadı da. Onsuz bu süreç – aslında her türlü desteğine rağmen – zor geçti. Hele ki yurt dışında olup imkanlarınız sınırlanınca. Çok ama çok yoruldum ve bu boyun olma işini hiç sevmedim. Umarım bir daha bu görevi üstlenmem gerekmez.

Hayatın anlamını hepimiz öyle ya da böyle aramaktayız. Şanslı olanlarımız heyecan verici ip uçları bulurken bazılarımız kısa sürede bu arayışlardan vazgeçebilmekteyiz. Başıma gelen her olayda ben hep yeni yeni şeyler keşfediyorum aslında. Bazen hayatın anlamı insanın kendisiyle tam anlamıyla barışık bir hayat sürdürmesi derken bazen salt ailesi diyorum. Aslında sizin için önemli olan her şey hayatınızın başlı başına birer anlamı oluyor. Para, hırs, güç savaşlarının hastalık ve ölüm karşısında ne de boşlar. Asl olanın sağlık olduğunu ve hemen peşinden de mutluluk ve huzurun geldiğini insan yaşamadan çoğu kere anlayamıyor bu koşuşturmaca içerisinde. Anlasa da bir kaç güne kalmaz yine unutup gidiyor gerilimli, bol stresli hayatına geri döndüğü zaman. Keşke hep hatırlayabilsek.

Bu başımıza gelenlerin tek olumlu yanı ise Haarlem kelimesinin artık hayatımızdan çıkmış olması. Eşim de ben de artık biliyoruz ki ne yapıp ne edip burada güzel şeyler yaşamak için uğraş vereceğiz. Yurt dışları güzel yerler ve tatil için mutlak surette gidilesi yerler ama bizler için yaşanası yerler değil. Ben işte seneler evvel bilinçsiz bir şekilde bunu görmüş ve bu doğrultuda karar vermiştim. Ortaköy demem ve tutturmam Ortaköy özelinde değildi. Kim bilir belki de gelecekteki benden ya da Haarlem’de yaşamaya karar veren benden yardım görmüştüm.

Muhtemelen her bir ebeveyn gibi eşim ve ben de oğlumuzun güzel ve sağlıklı bir hayat yaşamasını istiyoruz. Potansiyelini en yüksek düzeyde kullanabilmesini, yapmak istemediği şeyleri yapmamasını istiyoruz. Mutlu, huzurlu ve başarılı olmasını istiyoruz. O bize göre her şeyin en iyisini hak ediyor. Önemli olan oğlumun gözlerindeki mutluluk ve ışıltı. Bize düşen her zaman olduğu ya da olması gerektiği gibi bu ortamı ona elimizden geldiğince sunabilmek. Bugüne kadar yurt dışı opsiyonunu en başta onun için düşünüyorduk ve eşimin de tüm mücadelesi biliyorum hep onun içindi. Dönmek ama yine de doğru bir karardı. Bunu bu yolculuk öncesine kadar teyit edemiyordum. Bugün ise bunu artık hem de çok iyi biliyorum. Bizi biz yapan çevresel faktörleri de hesaba katmak ve varsa doğru yolu buna göre bulmak  bence doğru olanı.

Eşim,ben ve oğlum birlikte veyahut ayrı ayrı daha bir çok seyahatlere gideceğiz. Kimisi eğlenceli kimisi zor geçebilecektir. Bazen bir kaç gün, bazen daha uzun ayrı kalabileceğiz. Biliyorum ve diliyorum her defasında birbirimizi hem çok özleyeceğiz ve hem de çok özleneceğiz. Ayrılıklarımız hep buruk, kavuşmalarımız hep mutluluk dolu olacak. Belki bazılarında hasta bile olabileceğiz. Biz bir aileyiz, birbiriyle kenetlenmiş mutlu bir aile. Umarım, dilerim ve biliyorum hep öyle de kalacağız.


Dilerim biriktirdiklerimiz hep güzel anılar olur içlerinde zaman zaman hastalık olsa bile ...

19 Kasım 2013 Salı

Hoşçakal acı vatan Haarlem 2

Ve tatil başlar ...

Altı sene boyunca durup durmak bilmeden ve usanmadan, bıkmadan ve dahi gram sıkılmadan pazarlamasını yaptığı Haarlem için geçtiğimiz bayram tatili öncesinde de lobi faaliyetlerine erkenden başladı eşim. Kız kardeşim ve eşini bir şekilde tavlamış olmalı ki onlar da tutturdular Hollanda... Hollanda.. diye. Hayır kendileri Paris’e giderken bize niye Haarlem’i kitlemeye çalıştılar anlaşılacak şey değil. Gittiler de üstelik mutlu mutlu Paris’e, biz Hollanda’ya giderken. Eşim ekonomik biletler buldu, getirip koydu önüme, o kadar ki neredeyse Antalya’ya daha fazla para vererek uçmak zorunda kalacaktık. Konaklama için Haarlem’den bir kızcağız bulmuş ucuza bize evini kiralayacakmış. Daha neler neler... Gidilecek yerleri listelemiş, çocuk için olan faaliyetleri bastırmış, buluşulacak arkadaşları bile haberdar etmiş ihtimal ziyaretten. Bu kadar saldırı karşısında savunmam düştü ve bekle bizi acı vatan Haarlem, sana geliyoruz dedim, hüzünlü bir akşam vakti. Şimdi düşünüyorum da vermiş olduğum iyi kararlardan bir tanesiydi, böylelikle Haarlem’i bilmeden tamamen hayatımızdan çıkarmış oldum. Nasıl mı oldu bu mucize? Okumaya devam edin anlayacaksınız ...

Hostes iniş için alçalıyoruz dediği zaman eşimin etekleri adeta zil çalıyordu. Etrafımızda özellikle de eşimin etrafında sanki valse de vienne çalıyordu. Cıvıl cıvıldı. Yolculuk çok şükür güzel geçiyordu. Ben uçak yolculuklarını pek sevmem, hatta alenen korkarım. İşin en kötüsü oğlumla uçarken korkumu saklamam gerekliliği; onun beni korkarken görmesini açıkçası hem de hiç istemem. Bu yolculukta korkmamı gerektiren bir şey çok şükür olmamıştı. Eşim hala inanamıyorum gittiğimize derken son derece keyifli ve bir o kadar da mutluydu. Onu bu şekilde görmek beni her zaman mutlu etmiştir. Yine çok mutluydum. Kendi kendime keşke daha önceden de gelebilseydik, bu kadar istediğini bilmiyordum demeden edemedim. Oğlum ise pek mutlu değildi. En yakın arkadaşı ve ailesi bayram tatili için Londra’yı tercih etmişlerdi ve oğlum da biz neden oraya gitmiyoruz deyip deyip duruyordu. Anasına bak oğluna al misali bir şeyi istemeye görsünler, olan sonuçta hep bana oluyor.

İniş ve sonrasında pasaport kontrolleri de sorunsuz tamamlanmış, valizler zamanında ve eksiksiz gelmiş, yüzler mutlu, içimiz huzurlu ve coşkuluydu. Aile olarak keyifliydik. Biz Hollanda’nın bir yerde yerlisi sayılırız ya, Haarlem’e taksi ile gitmek yerine otobüsü tercih ettik. Valizleri taşıyan bir kader kurbanı, bir zavallı, bir mahkum nasılsa vardı. Valizler demişken aman Allahım sadece 6 gün için o kadar kiloya, o kadar valize, o kadar eşyaya ne gerek vardı tartışmasını yapmaya çalışmışsam da bir sonuç alamamıştım yolculuk öncesinde. Eşimin annesi de yolculuk öncesi tek kelime etmemişti valizlerin çokluğu ve doluluğu için ama sonrasında o valizlerden çıkan eşyaların yeniden yerleştirilmesi ve yıkanması işlemlerinde bizle bulunmak ve bize yardımcı olmak nezaketinde bulundu ve kızına geç de olsa bir çok laf soktu durdu bu işlemler için geçen 2 koca gün süresinde. Siz anlayın artık götürdüğümüz ve çoğunu giymediğimiz eşyaların çokluğunu. Burada birinci çoğul şahıs kullanmam yalnızca nezaketimdendir. Yoksa bu işin baş mimarı ve sorumlusu bellidir.

Sırtımda sırt çantası, her bir elimde iki ayrı koca koca bavul, gereksiz bir çok torba parmak uçlarımda olacak şekilde, köyden indim şehre tadında ve bir o kadar acınası görüntüde otobüs durağına doğru kendimi sürükleyip durdum. Güç bela, kan ter içinde ve dahası nefes nefese durağa vardım. Acele etmem gerekiyordu, çünkü eşim ve oğlum durağa, bir süre önce gelen otobüse doğru koşmuşlar ve geride bıraktıkları terli hayvan görüntüsündeki beni hiçe sayarak otobüse sözde bir şeyler sormak için binmişlerdi bile. Acınası halim ve görüntüm o esnada beni ne kadar hüzünlendirmişse, şimdi de hüzünlendirmeye devam etmektedir. Durağa tek başıma gelip otobüse binmeye çabalarken, kapılar  bir anda, şaka gibi üzerime kapandı ve otobüs bensiz evet evet yanlış okumadınız bensiz içinde sevdiklerimle beraber hareket etmeye başladı. Peşinden koşmayı düşünemedim bile zaten o kadar yükle ve bu kadar yorulmuşken bunu yapamazdım. Talihsizce kaderime boyun eğdim ve akıp giden otobüsün ardından bir süre bakakaldım. Henüz telefonumu bile açmadığımdan eşimle de hemen haberleşemedik (hatlarda sorunlar vardı ve yaklaşık bir on beş dakika sonra telefonum konuşmaya hazır duruma gelebildi). Bu on beş dakikada ne mi oldu? Ben gelen bir sonraki otobüse bindim, tek başıma, güç bela, öfleye ve pöfleye. Eşim ise bir sonraki durakta inip, beni tek başıma bıraktığı durağa doğru hareket etmiş yanında oğlumuzla beraber. Hiç uzatmadan sonuca geleyim, sözün özü, ayrı ayrı otobüslerle, farklı zamanlarda yolculuk yaparak altı sene sonra vardık Haarlem’e.

Otobüs yolculuğu sırasında açık olan hava yerini bir süre sonra bulutlara ve oldukça kısa bir süre sonrada yerini yağmura bıraktı. Haarlem’e yağmurla vardım. Yine yağmur altında, yanımda valizler eşimi ve oğlumu bekledim. Muhtemelen eşim ve oğlumla ayrı düşmemden hüzünlenip yağmaya başlayan rahmet üç gün durmadan devam etti üzüntüsünü bize göstermeye. Eve vardığımızda ıslaktık. Sahip olduğumuz cılız şemsiye bizleri korumaktan çok uzaktı. Yanımızda işe yaramadan tüm yolculuk boyunca boş yere dolaşıp durdu.

Kaldığımız ev verdiğimiz parayla tam bir uyum göstermekteydi. Ne kadar ekmek o kadar köfte hesabı ne oğlum beğendi evi ne de ben. Eşim ise kuyruğunu dik tutmayı sürdürüp evin ne kadar güzel olduğunu söylemeye başladı eve girişimiz hemen sonrasında. Kendisi de inanıyor muydu bilemiyorum ama evin güzel olan tek yanı merkezle olan yakınlığıydı. Küçüktü, bana göre pisti, oğlumuzun hareketli ve araştırmayı seven yanıyla tamamen uyumsuz dik merdivenlerden oluşuyordu. Banyonun tepesi camdı ve yağan yağmurun bir kısmı evin içine giriyordu. Işık sistemi birbirlerini deli gibi seven romantik çiftler içindi: loş ve kendini aydınlatan.  Tencere, bardak, çanak, bıçak, çatal, kaşık alenen pis hatta bence yağlıydı da. İnsanın elini kolunu hiç bir yere koymak istemeyeceği bir yerdi. Evet kabul etmek gerekiyor ki biz değişmiştik. Benzer görüntü ve şartlar yıllar öncesindeki bizleri etkilemiyor, içinde bulunduğumuz anın tadı daha ağır basabiliyordu. Bugün ise oğlumun bu ortamda olması beni rahatsız ediyordu. Nefes darlığı çeken insanların nefese olan ihtiyacı gibi daha fazla hijyene ihtiyaç duyuyordum.

Hızlıca yerleşip kendimizi yağmurun o doyumsuz keyfine bıraktık. Bir süre sonra sırılsıklam olup pişman olduysak da geri adım atmadık. Evet özlemişiz. Değişen hemen hemen hiç bir şey yoktu. Aynı suratlar, aynı mağazalar, hemen hemen aynı insanlar. Süpermarkette çalışan kadın bile yok artık dedirten şekilde aynıydı. Cumartesi günleri Pazar kurulur ve balıkçılar balık, istiridye, kalamar, vs satarlardı. Bizim en favori yerimizdi. Balıkçı bile aynıydı. Adam bir de beni hatırlamaz mı? Eşime seni değil ama kocanı çok net hatırlıyorum demez mi? Unutulmaz bir tipim olduğunu teyit etti etmesine de keşke bu teyidi onun yerine birbirinden alımlı kızlardan biri yapmış olsaydı. Hatırlamasının şerefine kendisiyle selamlaştım, hatıra fotoğrafları bile çektirdik. See you next year diyerekten seneye mutlaka bizi beklediğini söyledi. İstiridye ve dil balığımızı aldık kendisinden. Akşam yanına riesling beyaz şarapla enfes bir şekilde yedik.

Orada yaşadığımız sürece haftada en az 2 hatta belki 3 kere gittiğimiz muhteşem pizzacımızı da ziyaret ettik. Ziyaret ile sınırlı kalmayıp pizzamızı da yedik yanında Chianti kırmızı şarap ile. Lezzeti aynıydı, yani muhteşem. Zaman adamın melakesinden hiç bir şey alamamıştı. Tıfıl oğlu büyümüş, babasına artık yardım eder olmuştu. Aferim çocuğa dedim ve kendisini içten içe takdir ettim. Eşi belki de zaman yenik düşmüş olacak, üst kattaki evlerinde dinleniyordu. Kendisine selamlarımızı iletmeyi ihmal etmedik. Adam bizi hatırladı mı bilemiyorum ama biz kendisini bir an bile unutmamıştık. Yıllardır görmediğimiz bir dostu görmüş gibiydik. Kriz onları da etkilemiş. Eski neşesi ve dükkanlarının eski hareketliliği yok olmuştu. Tam zamanında geri dönmüşsünüz demekle yetindi, tabii anlayana. Hemen yanında benim berber vardı. Ona da merhaba demek istedim ama dükkan dolup taşıyordu. Hatırlayacağı bile belli değilken içeri girip kendimi o kadar Hollandalı içinde maymun etmek istemediğimden selamımı içten yaptım.

Yine güzel yemekler yedik ve yine güzel şaraplar içtik. Bol bol dolaşıp enfes kahveler tükettik. Birbirinden lezzetli ve birbirinden değişik bir sürü çay denedik. Haarlem ve yaşadıklarımız güzeldi güzel olmasına da bir şey eksik gibiydi. Eski hareketliliği, eski kıvılcımı, eski havası yok gibiydi kentin. Belki de bana öyle geliyordu ama sanki içinde hala insanlar varken terk edilmiş bir havası vardı. Kent belki de yağan yağmurdan fazlasıyla hüzünlü fazlasıyla yalnızdı. Haarlem eski Haarlem değildi. Belki de Haarlem yine eski Haarlemdi ama biz aynı kişiler değildik, bilemiyorum. Bildiğim aynı sokak, aynı cadde, aynı mağaza ve aynı insanların artık farklı olduklarıydı.

Füzyon kelimesini ilk duyduğum ve mutfağını ilk tattığım yerlerden bir tanesiydi Specktakel. Gidilmese olmazdı. Pahalıydı ama benim pahalı olmasına rağmen değerdi diyebileceğim ender yerlerdendi. Pinot Noir üstelik Bourgogne yöresi olanından sipariş verdim. Sonrasını ise eşime bıraktım. O böylesi garip yemekleri benden çok daha iyi bilirdi. Yediklerimden yine ziyadesiyle memnun kaldım. Eşim ise seçe seçe timsah seçti. Hayır ayakkabı yada çanta olarak değil yemek olarak. Yanında ise bildiğiniz muz vardı hem de sıcak sıcak ve daha kim bilir daha neler neler. Halinden memnun gibiydi. Sürekli olarak yemeklerin ve bizlerin fotoğraflarını çekip facebook’a koyuyordu. Ben ise bir yandan keyifle pinotmu içiyor bir yandan da tabii ki içimden sürekli yahu bunları yemeyenler var (hoş zaten kim bir timsah yemek ister ki), buralara gelemeyenler var, nazara geleceğiz deyip duruyordum. Akşam çok güzel sona erdi ve bol bol para saçıp yağmur altında evimize giriş yaptık. Bir kaç saat sonrasında ise oğlum ateşlenmeye başladı. Nazar değmişti (en azından bana göre). Güzel giden tatil sona ermiş, yerini bir kabusa bırakmıştı.

Yazının bundan sonraki bölümü küçük çocuklarıyla tatile gitmeyi düşünen ebeveynler için uygun değildir. Bu tanıma uygun kişilerin buraya kadar ki okumaları yeterlidir. Yazının geri kalanını okumamaları şiddetle tavsiye edilir. Meraklarına yenilmesinler ve büyük hata yapıp gerisini okumasınlar diye bu yazıyı burada şimdilik noktalıyorum. Devamını daha sonra yazacağım. Tanıma uyan kişiler bir sonraki bu konunun devamı olan yazımı okumasınlar.

Sevgi ve saygılarımla şimdilik aranızdan ayrılıyorum.

12 Kasım 2013 Salı

Hoşçakal Acı Vatan Haarlem 1

Bitmek bilmeyen bir tutku


Her ailenin ya tam olarak sorunu tespit edemediklerinden ya da tespit etmiş oldukları sorunla tam olarak yüzleşmediklerinden sürekli tartıştıkları hatta bazen hızlarını alamayarak kavga ettikleri bir ve hatta birden çok konuları vardır. Bunlar ısıtılıp ısıtılıp öne konulan temcit pilavları gibi sıkıntısız ve mutlu gecelerin en büyük düşmanları, kavga için konusuz kalan çiftlerin de en büyük dayanaklarıdır.  Böylesi bir joker kavga sebebi konu bizim gibi kavga etmek veya tartışmak için konu sıkıntısı çekmeyen bir ailede lüks olsa da yine de ziyadesiyle bulunmaktadır.  Olmasa zaten şaşardım. Zamanınız varsa gelin size biraz bundan bahsedeyim. Sıkılırsanız ne yapacağınızı biliyorsunuz.

Bizim konu bundan 6 yıl öncesine dayanır. O zamanlar Hollanda’nın Haarlem şehrinde inanmazsınız  ama mutlu ve hatta mesut yaşayan bir aile idik. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz buzdolabı ve marketlerde, gezip dolaşıyor, günlerimizin tadını çıkarıyorduk. Benim yurt dışı bir görev almam sonucunda, eşim de ne yapıp ne yaptı, araya bir çok tanıdık soktu ve kendine aynı şehirde bir yurt dışı görevi buldu ve benim yanıma geldi. Size söylemiştim onun başaramayacağı şey yoktur. Şaka bir yana ailemiz için bundan iyisi gerçekten de olamazdı. Beraberdik, çok ama çok iyi kazanıyorduk, yurt dışındaydık, özgürdük ve Hollanda gibi son derece liberal bir ülkede yaşıyorduk.

Yönetim olarak öyle midir bilemiyorum ama hayat tarzı olarak Hollanda sosyalist bir ülkedir. Kimin zengin kimin orta gelirli olduğunu (düşük gelirli en azından o dönemlerde pek bulunmazdı) ne oturduğu evden, ne giydiği giysiden, ne de  hayat tarzından anlayamazdınız. Eminim arada belki de uçurum vardır ama öyle bir hayat düzenleri vardır ki dışarıdan anlaşılamazdır. Tabii bu durumun getirdiği bazı zorluklarda vardır ama bizim yaşadığımız dönemlerde oğlumuz da henüz aramıza katılmadığından bu zorluklar bizi hiç etkilemezdi. Bilakis hoşumuza bile gider, tadını çıkarırdık. Dedim ya tonla para vardı, iyi yer, iyi içer, iyi gezerdik. İyi yerlere gider, harcarken pek düşünmezdik. Evimiz şehrin tam merkezindeydi. İşimiz eve yakındı. Kendimizce sosyal bile sayılırdık bu dillerini bilmediğimiz ülkede. Hele ki Noel zamanlarında.  Sokaklar cıvıl cıvıl, ışıl ışıl ve neşe içerisinde, mutluluk içerisinde olurdu, ayrılamazdınız. Tüm şehrin nasıl birer şehir korosuna dönüştüğüne şahitlik ederdiniz mesela. Noel ağaçları süslenir, ışıklı ev, bahçe, cadde süslemeleri yapılırdı. Hediyeler alınır, tebrik kartları verilir ve Noel arifesinde Noel Baba'nın gelişi sokaklarda kurulan çadırlarda simgesel olarak canlandırılırdı. Hatta bu işi abartırlardı.

Noel gecesi herkes akşam ailece yenen yemek için evlerine kapanır ve sonra sanki sözleşmişler gibi, hiç sanmadığınız, tahmin bile edemeyeceğiniz bir dakiklikle, neredeyse aynı anda evlerinden sokaklara dökülmeye başlayıp kendilerini devam ettikleri kilisenin bahçesine atarlardı. Ben böyle bir uyum hiçbir yerde hala görebilmiş değilim. Her bir kilise bahçesine sıcak şarap satıcıları, sosis satıcıları, mum satıcıları hangi arada gelmişler, ne zaman tezgahlarını kurmuşlar ve birden nasıl önlerinde kuyruk oluşturmuşlar bırakın anlamayı her şey olup bitene kadar hani neredeyse görmezdiniz bile. Şaşırarak ve tabi söylenerek sıraya girer ve kendinizi sıcak şarabın tatlı tadına verirdiniz.

Sonra bir elinizde kırmızı şarap diğer elinizde yanan mumla, tüm kalabalığın söylediği duaları, şarkıları dinlemeye başlar ve Hz. İsa’nın gelmesini beklerdiniz. Ben sordum soruşturdum şimdiye kadar geldiğini gören yok ama gelmesine umut hep devam etmekte. Bu vesile ile buradan belirtmek isterim ki ben biraz şarabın da etkisiyle gelmesini her seferinde çok istemiş hatta bu kadar hazırlık ve kişiye rağmen gelmemesine yine her defasında bozulmuşumdur.

Yalan değil ne keyif almıştık orada yaşamaktan. Eşim İstanbul’a hiç dönmek istememişti. Belki yaşadığımız dönemin şartlarının iyi olmasından, belki fazlasıyla özgür olmamızdan, belki de gerek kültür gerek karakter ve gerekse yaşam tarzı olarak oradakilere İstanbul’dakilere göre çok daha fazla benziyor oluşundan. Ben mi? Ben ne yalan söyleyeyim dönmek istemiştim ama nedenini hiç düşünmeden sanki yalnızca dönmek zorunda hissettiğimden. Çok eğlenmiş, çok gezmiştik. Huzurluyduk. Kendimize zaman ayırabiliyorduk. Kitap okuyabiliyor, sinemaya gidebiliyor, yolculuk yapabiliyorduk. Rüya gibi bir dönemdi ve dedim ya neden dönmek istedim hiçbir fikrim yoktu taa ki geçenlerde, yani 6 sene sonra yaptığımız ziyarete kadar.  Seneler önce neden dönmek istediğimi aslında son ziyaretimiz sırasında fark ettim.Hayatımı orada kalarak ötelemek istemiyordum her şeyden evvel. Çocuk sahibi olmak istiyordum ve çocuğuma en iyi şartları sunabilmek. O yıllarda belki farkında bile değildim ama hijyeni tercih ediyordum hem kendim hem eşim ve hem de çocuğum için. İkea’nın minik miniminnacık model evlerinde değil, daha büyük evlerde yaşamak istiyordum. Hasta olduğum zaman ya da sevdiklerimden biri hasta olduğu zaman sorunsuzca ve sualsizce hastaneye gidebilmek istiyordum. Bunun için mahalle doktorundan izin alıp, hastalığımı ona kanıtlamak durumunda kalmak istemiyordum. Hollanda bir çok yönden çok iyi bir sistem kurmuş durumda. Bir çokları için ideal, uygun ve hatta belki rüya gibi ama bana göre, bize göre değildi sistemleri. Ben bunu hissediyordum. Dönmemiz gerektiğini biliyordum. Biz oraya değil buraya aittik. En iyisine, en uygun olanına, en güzeline değil belki ama bizim olanına aittik. Bunları eşime hiç söylemedim çünkü bu son gezimize kadar ben de bunları bilmiyordum. Ortaköy dedim, arkadaşlarım dedim, rakı –balık- boğaz dedim, kim bilir daha neler neler dedim ve biz geri döndük.

Dönüşümüz sonrasında ki süre boyunca bu konu aile gündemimizde haklı olduğu yeri sürekli olarak korudu durdu. Özellikle ülkemizin son zamanlarındaki konjonktürü gereği yurt dışında yaşama şartları hep bir açık konu olarak gündemimizde kaldı. Tabii ilk akla gelen yerde Haarlem oldu. Tekrar gidip, oralarda bir hayat kuralım mı konusu bizim ailenin en sıcak konusu oldu aylar boyunca. Konu bununla da sınırlı kalmadı, tatil planlarımızın da içine sızmayı bildi. Ben ne zaman yurt dışına çıkalım desem eşim Haarlem dedi ben ise yurt dışına gitmekten vazgeçtim. Ben şarap, peynir, sıcak hava diyorum, eşim varsın yağmur olsun yine de Haarlem olsun diyordu. Peki ne yapacaksın orada, gel İtalya’ya, İspanya’ya, hatta Portekiz’e gidelim dediğimde o ısrarla Hollanda reklamı yaptı durdu. İyi de oldu valla, aile bütçesine bu şekilde yardımcı olmuş oldu. Ben Haarlem’e gitmek istemediğimden yurt dışı seçeneklerini de birer ikişer yok ettik durduk ve vize gerektirmeyen, daha ucuza çıkan, dilini, huyunu bildiğimiz bizim olanı hep tercih ettik yıllar içinde. Taa ki geçtiğimiz bayram tatiline kadar.

Bayram tatilinde ne mi oldu?

Neler olmadı ki. Anlatacağım efendim ama kısa bir aradan hemen sonra. Yakında görüşmek üzere.


Sevgi ve saygılarımla,

9 Kasım 2013 Cumartesi

Özlemle anıyoruz ve arıyoruz ...



Türkiye; Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e ... 
DANIEL DUMOULIN

4 Kasım 2013 Pazartesi

Gel de kadere inanma 4

Kişisel denge noktası: herkes kaderini kendi çizer ile her şey olacağına varır arasında bir yer

Kuzey Kore'de 2 yıl içerisinde rejim değişikliği olacak... 
Şili şarapları, Fransız şaraplarını tahtından edecek... 
Euro çökecek, birlik dağılacak... 
Uzayda yürüyüş 10 yıl içinde herkes için mümkün olacak... 
15 yıl içinde ham petrol kalmayacak... 

Atan atana. Tutturabilene aşk olsun! Sürekli bir tahmin bombardımanı. Önüne gelen ama mantıklı ama değil atıp tutuyor ve bizleri de ister istemez düşündürmeye, hayal kurmaya ve hatta pozisyon almaya itiyorlar. Bir akıllı ve sabırlı adam da çıkmaz mı yahu bu atan tutanları bir not edelim, hatta ölçelim bakalım ne kadarı gerçek çıkacak diye. Evet şimdiye kadar ölçen de çıkmamıştı tutan da. Bu nedenle de önüne gelen tahminlerde bulunup geleceğe ilişkin öngörülerde bulundu, hoş hala da bu durum devam ediyor. Ne borsa uzmanları, ne astrologlar ve hatta ne bilim adamları sıkıp sıkıp durdu bugüne kadar.

Berkeley’den bir profesör, Philip Tetlock, üşenmemiş, kendine iş edinip (ne güzel bir iş, o ayrı) 10 yıllık süreçte toplam 284 uzamanın 82361 öngörüsünü değerlendirmiş. Yani 82361 tahminin (atışın) tutma oranını incelemiş. Sonuç tam bir hüsran. Peki neden böyle? Neden bu kadar fütursuzca ve sonuçlarını  düşünmeden bilgi kirliliği bu kadar kolay yaratılabiliyor? Her şeyden evvel, medya bu tür konu ve kolay manşetleri seviyor. Buna bağlı olarak da bu tür kıyamet tellalları kendilerine medyada kolayca yer bulabiliyorlar.  Harvard’lı ekonomist John Kenneth Galbraith, “gelecekte olanları tahmin eden 2 tip insan vardır: biri hiçbir şey bilmez, diğeri de hiçbir şey bilmediğini bilmez” diye yazarak olayı gayet güzel özetlemiştir aslında.

Aslında sorun şu: uzmanlar yanlış öngörüler için bir bedel ödemiyorlar- ne para, ne de nam olarak. Farklı ifade edersek, toplum olarak bu insanlara fazladan prim veriyoruz. Öngörüleri tutmazsa kendileri için artan bir risk yok, ama tutarsa ilgi ve müşteri artışının yanında yayın imkanı da var. Bu primin bedeli sıfır olduğu için gerçek bir öngörü enflasyonu yaşıyoruz. Böylelikle giderek daha çok artan öngörünün tamamen rastlantı sonucu doğru çıkma ihtimali artıyor. Tam bir komedi yani. Piyango kime vurursa!

Siz siz olun geleceğe ilişkin yapılan tahminlere çok kulak asmayın. Siz yine içinizden gelen sesi dinlemeye devam edin. Bilin ki şimdinin gözlüğü ile geçmişe bakıldığında açıklama çok kolay yapılabilir iken aynı şey tersi için geçerli olmuyor.

10.000 yıl öncesinin büyük büyük dedelerimizin zamanından beri çok belirgin şekilde değişmiş olan şey, içinde yaşadığımız çevre. Artık 50 kişilik gruplar halinde yaşamıyoruz.  O zamandan bu yana dünya muazzam değişti. Bugün alışveriş merkezinde bir saat dolaşan biri, büyük büyük babalarımızın bütün hayatları boyunca gördüklerinden daha fazlasını görür hale geldiler. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilemiyorum ama kimse aksini sanırım söyleyemez. Bu süre içerisinde her şeyi daha incelikli ama daha da karmaşık ve birbirinden bağımlı hale getirdik. Yani bir kara sineğin sol kanadının altındaki beni inceler olduk, o konuda uzmanlar yarattık ama yarattığımız bu uzmanlıktaki uzmanlar çoğu kere sineğin kendisini bilemez, göremez ya daha da kötü görse tanımaz oldu. Sonuç hayret verici bir başarı ya da tam bir başarısızlık. Parçacı görüş içinde sistemin kendisini göremez olduk. Kendimize kaoslar yarattık. Ama hemen ardından entropi yasası ile o kaosları yönetir olduk. Evet muhakkak ki bir evrim gerçekleşti ama bu evrim bizi mutlak anlamda optimize edemedi.

Bugün bir çok karar (iş, eş, yatırım) bunu kabullenmek zor olsa da bilinçsiz olarak verilmekte. Kararlarımızı saliseler sonrasında bir açıklama ile yapılandırırız, bu da biz de bilinçli karar verdiğimiz izlemini uyandırır. Düşünmemiz , tek derdi salt gerçekler olan bir bilimciden çok, çoktan belirlenmiş bir sonuç için en iyi açıklamayı yapılandırmayı iyi bilen avukatlar gibidir. Elbette akılcı düşünce sezgisele dönüşebilir. Bir müzik aleti çalmaya çalışırken , nota nota öğrenir ve her bir parmağa ne yapması gerektiği komutunu verirsiniz. Ama sonra mesela 10.000 saat piyano çaldıktan sonra artık parmaklarınız bilinçsiz bir şekilde gitmesi gereken tuşlara gider. Warren Buffet bir bilançoyu profesyonel bir müzisyenin partisyonu okuması gibi okur. Bu “yeterlilik çemberi” olarak adlandıran şeydir: Sezgisel kavrama ya da ustalık. Aynı nefes alıp verirken düşünmememiz gibi. Meditasyonun özü her bir nefesini takip etmek ve başka bir şey yapmamak, düşünmemektir. Yalnızca nefes alıp vermeye odaklanmak. Yapın da işin zorluğunu görün. Nefessiz kalırsınız. Bilinç işin içine ne kadar çok girerse sonuç o kadar sıkıntılı olur. Bilinçaltı bu işi oldukça sorunsuz halletmekte. Ona pek karışmamak gerekiyor aslında. Sezgisel düşünmenin harekete geçmesi için her zaman kişisel ustalık seviyesine geçmiş olmak gerekmiyor. Bu hem iyi hem de kötü tabii. Hayat işte ne yalnızca siyah ne de yalnızca beyaz.

Peki ne yapmalıyız?

Neticeleri küçük olan durumlarda akılcı optimumdan feragat edebilir ve kendimizi sezgilerimizin yönlendirmesine bırakabiliriz. Düşünmek zahmetlidir ve çoğu kere işe de yaramaz. Teoman ne demiş bir şarkısında: Düşünme. Bu yüzden, olası zarar ufaksa fazla kafa patlatmayın ve hatayı kabul edin. Hayatınız daha kolaylaşır. Hayata az çok güvenli şekilde ilerlediğimiz sürece-ve önemli olduğunda dikkat kesildiğimizde- doğa kararlarımızın kusursuz olup olmadığıyla pek ilgilenir gibi görünmüyor. Bu nedenle gerçekten kontrol edebildiğiniz birkaç şeye odaklanın ve diğer her şeyi de akışına bırakın gitsin.

Sakın bir üst paragraftan plan yapmanın anlamsız olduğu sonucu da çıkmasın. Eğer planlarımızı gözlerimiz açık olarak yaparsak, plan yapmanın önemli olduğuna inanıyorum. Bununla birlikte sahip olduğumuz iyi şansın farkına varmalıyız ve belki daha da önemlisi iyi bir şansımızın olduğunu ön koşul olarak kabul etmeliyiz, hatta buna gönülden inanmalıyız. Gözlerinizi kapatın ve her zaman size eşlik eden iyi bir şansın varlığına inanın. Sonra bu iyi şansın değerini bilin, bunun için şükredin. Üstelik her sabah, her akşam ve hatta aklınıza ne zaman gelse bunun için şükredin. Hayatı nasıl yaşarsan, hayat da sana onu verir. Başarınıza katkıda bulunan rastgele olayları da fark etmeye çalışın. Ayrıca, bize acı verebilecek rastlantısal olayları da fark etmeye özen gösterin. Bunu ister rastgele olaylar, ister şans, ister kader diye tanımlayın ama böylesi bir düzenin içinde rahat edebileceğiniz bir yer edinin. İnanın siz rahat edersiniz.

Kendimize mümkün olduğu kadar boş zaman yaratın. Güzel şeylerin tadını çıkarın. Sait Faik Abasıyanık’ın dediği gibi “Ve denize bir dakika durup bakmaya vakitleri olmadığını söyleyen bu insanlar ne zevksiz mahluklardı”. Siz siz olun denize bakın, güzel şeylere zaman ayırın, zevksiz olmayın. Bağımsızlık sağlayın. Arzularınıza en yakın gelen şeyleri yapın. Ön yargılarımızın bir kısmının aslında terbiye edilebilir olduğunu bilin ve bunun için uğraş verin. İnsanlara bir ikinci şans verin.

Herhangi bir alanda en başarılı olan insanları birer kahraman olarak düşünmek bir trajedi yaratmaz. Hatta belki kabul bile edilebilir (tüm bu yazdıklarımdan sonra işin büyük bir bölümünün şansa ait olduğunu artık biliyorsunuz). Ama kendimize olan inancımız yerine, uzmanların ya da pazarın yargılarına olan inancımızın bizi vazgeçmeye itmesi tam bir trajedidir, aynı John Kennedy Toole’un ölümünden sonra yayınlanan ve bir çok satan olan Confederacy of Dunces kitabının taslağı birbiri ardına yayıncı tarafından reddedilince intihar etmesi gibi. IBM’in CEO’larından Thomas Watson’un dediği gibi,“Başarılı olmak istiyorsan, başarısızlıklarını ikiye katla”. 

The Shawshank Redemption diye bir film vardı. Bilmem hatırlar mısınız? Tim Robbins ve Morgan Freeman başrollerdeydiler. Çok net hatırlıyorum, o zamanlar hemen hemen her hafta sonu en az bir kez sinemaya giderdim. O hafta gitmek istediğim filmlere ya geç kaldığımdan ya da gittiğim sinemada o filmler oynamadığından gidememiştim. Sırf başka film olmadığından ve saatlerim uyduğundan yani aslında bir yerde mecbur kaldığımdan The Shawshank Redemption’a gitmiştim. Beklentim hiç yoktu. Filmin sonunda en sevdiğim 10-15 film arasına girmişti. İşte o filmde bir söz vardı: Umut iyi bir şeydir ve iyi bir şey asla ölmez.  Umudunuz hep olsun içinizde ve hiç kaybolmasın. Buna izin vermeyin.

Kadınlar alışveriş, erkeklerde de mesleki statü mutluluk etkisi yaratıyormuş. Alışveriş yapın ve umarım terfi tez zamanda edersiniz. Terfi ettiğiniz zaman karşılaştırma grubunu değiştirmemeye çalışın. CEO olan kendini CEO’larla muhatap tutarsa mutluluk etkisi balon gibi sönüyormuş. Terfi etmezseniz de çok takmayın zira kariyerinde basamak yükselmiş olan insanlar ortalama 3 ay sonra tekrar eskisi kadar mutlu ya da mutsuz oluyorlarmış. Üstelik bunun bir de süslü adı var: hedonik uyum. Benzer şey ikramiye için de geçerliymiş. Yani büyük ikramiye size çıkmadı diye çok da üzülmeyin. Dönüp dolaşacağınız nokta bir süre sonra yine aynı olacakmış. Çalışıyoruz, ve yükseliyoruz, bunun sonucunda kendimize daha çok ve güzel şeyler alsak da daha mutlu olamıyoruz. Benzer durum çok şükür kötü olaylar için de geçerli. 3 ay sonra tekrar gülmeye başlayabiliyoruz. Boşuna dememişler zaman en iyi ilaç diye.

Akıl Oyunları filminden bir replik yazmanın işte tam sırası: “Mutlu olmak her şeyin yolunda olması demek değildir. Mutlu olmak, görmezden gelme konusunda ustalaşmak demek”. Nasıl düşünmeyin diye tavsiyede bulunmuşsam benzer şekilde görmezden gelin de demek isterim. Marifet karşı tarafın bir şeyini yakalamak değil, bilakis yakalanmış olanı görmezden gelebilmektir, en başta kendi mutluluğunuz için. Bunun için kendimi aptal yerine koyamam da demeyin zira asl olan sizin mutluluğunuz gerisi zaten boş lakırtı.

Bir de madem konu döndü dolaştı yine kişisel gelişime geldi, siz siz olun egolarınızdan kurulmaya çalışın. Derinliklerde sakladığımız ve sevgiyi engel olan korkularınızdan sıyrılmaya çalışın. Kendinizi ve geçmişimizi affederek başlayın her şeye. Gidip sessiz bir yer bulun ve kapatın gözünüzü sizde size kötü gelen şeyleri sıralayın ya da geçmişte yaptığınız ve size bugün utanç, üzüntü ve pişmanlık veren şeylerden ötürü kendinizi affetmeye çalışın.  Zor da değil hani kendimi affediyorum deyin ve gülümseyin hepsi bu işte. Derinlere itmiş olduğumuz, sanki hiç yokmuşlar gibi yaşamaya devam ettiğimiz ve içinde öfke ve kin barındıran tüm olayları, tüm yaşanmışlıkları sevgiye dönüştürebilmek için affetmek en başlıca işlem. Kendinizden sonra buna neden olan kişileri de affedin. Yine hayal gücünüzde bu insanlarla karşılıklı gelin ve yaptıklarını sıralayıp, tüm bunlardan ötürü kendisini affettiğinizi söyleyin ve gülümseyin. İlk sefer sonuç alınmazsa ikinci,üzüncü seferleri deneyin.

Hayatın akışını kontrol etmeye çalışmayın, yapamazsınız, boşa küre çekmeyin. Savrulduğunuzu düşündüğünüz yerler için de şikayet etmeyi bırakmaya çalışın. Herkes kaderini kendi çizer ile her şey olacağına varır arasında bir yer edinin ve hayatın tadını çıkarın. Kahraman olmayı, başarılı olmayı tabii ki bekleyin ama olmuyorsa çok da takmayın kafanıza. Olanlar da zaten şansa oluyorlar, bunu unutmayın, rahatlayın.


Dilerim her şey gönlünüzce olur ...

22 Ekim 2013 Salı

Gel de kadere inanma 3

Neden tahminlerimizde bu kadar başarısız?

Japonların Pearl Harbor’a saldırmalarından birkaç ay önce, Tokyo’daki bir ajan Honolulu’daki bir casustan endişe verici bir istekte bulundu. Söz konusu bu istek 9 Ekim’de şifrelenmiş ve çevrilmiş bir halde Washington’a ulaştı. Mesaj Honolulu’daki Japon ajandan Pearl Harbor’u beş bölgeye ayırmasını ve limandaki gemiler hakkında, bu bölgelerde de ilişkilendirerek rapor vermesini istiyordu. Özellikle ilgi konusu olanlar zırhlılar, destroyerler ve uçak gemileri ile birden fazla geminin demirli olduğu iskeleler idi. İşin ilginci söz konusu bu talep ele geçirilip deşifre de edilmişti. Birkaç hafta sonra garip bir olay daha oldu: Amerikan dinleme istasyonları 1. ve 2. Japon donanma filolarına ait bilinen tüm uçak gemilerine ait radyo iletişiminin izini ve bununla birlikte bu gemilerin yerleri ile ilgili tüm bilgiyi kaydettiler. Sonra, Aralık ayının başlarında, Hawaii’deki  14. Donanma Bölgesi Muharebe İstihbarat Dairesi, Japonların o ay içinde ikinci kez olmak üzere çağrı işaretlerini değiştirdiklerini bildirdi. Dolayısıyla, bu işaretleri bir ay içinde iki kez değiştirmeleri, “büyük çaplı bir operasyona hazırlık aşaması içinde olmaları” olarak değerlendirildi. Bitmedi, dahası da var: Hong Kong, Singapur, Batavia, Manila, Washington ve Londra’daki Japon elçilik ve konsolosluklarına gönderilen mesajlar yakalanıp, deşifre edildi. Bu mesajlarda, diplomatların kod ve  şifrelerinin çoğunu derhal imha etmeleri ve diğer tüm önemli özel ve gizli belgeleri yakmaları isteniyordu.

Şimdi geriye bakınca bu kadar endişe verici boyutlara ulaşmış bir durumda, bu bilgilere sahip kişilerden hiçbiri bu saldırıyı nasıl olup da öngörememişti?

Gelin size başka bir örnek. Gencecik bir çocuk çekip birini vuruyor. Silahtan çıkan bu kurşun sonrasında yaklaşık bir 30 sene kadar insanların hayatları oldukça kötü yönde etkileniyor. 100 milyon kadar insanın ölmesine ve yaklaşık 150 milyon kadar kişinin de birbirleriyle savaşmasına neden oluyor. Kabul edelim ki 1914 yılında yaşıyor olsaydık, o yıllarda olayların böylesine çığırından çıkacağını tahmin bile edemezdik. Oysaki bu iki dünya savaşını hikaye okur gibi ders kitaplarından okuduğumuzda  oldukça olağan olarak görebiliyoruz.  

Savaş sonrası bulunan bir günlükte şu satırlar yazılıydı: “1940 Ağustos’unda Almanların Paris’i işgalinden bir ay sonra burada herkes Almanların senenin sonunda çekileceklerine inanıyor. Alman subaylarda bana bunu doğruladı. Fransa nasıl çabuk düştüyse İngiltere de o kadar çabuk düşecek  ve sonra nihayet Paristeki eski günlük hayatımıza döneceğiz. Almanyanın bir parçası olsak da”. Aynen yazıldığı gibi olmuş değil mi?!

Gelin günümüze biraz yaklaşalım. 2007 yılında ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan’ın eli bol finans politikası oldukça kabul görüyordu. Yine 2007 yılı ekonomik tahminlerini incelediğinizde 2008-2010 yılları için beklentilerin olumlu olduğunu görürdünüz. Ne mi oldu? Pek düşünülen olmadı. Başta Lehman Brothers olmak üzere bir çok finans kuruluşu battı, tepe taklak oldu, finans piyasası bildiğiniz üzere içeriye doğru çöktü.

Geçmişe bakıldığı zaman gerçek akış sanki en olası senaryo ya da olasılık gibiymiş görünüyor ama yaşarken durum bu kadar açık ortada olmuyor. İyi tahminler yaptığımızı sanıyoruz ama yanılıyoruz. Çoğu kere de kibirli ve hatalı kararlar alıyoruz bu nedenle.

Peki ama bu kadar kelli felli adamlar, büyük araştırmacılar, bilim ve devlet adamları nasıl oluyor da bu yanılgıya düşebiliyorlar? Nedeni araştırılmış ve dahası bulunmuş efendim: Geçmiş ve gelecek arasında temel bir asimetri vardır. Diğer bir deyişle, dönüp geriye bakınca tüm yaşananların tarihsel gelişiminin neden böyle olmuş olduğunu açık olarak açıklayabiliriz. Ama olaylar gerçekleşirken etrafımızda bulunan değişken ve parametreler o kadar karışık ve bir o kadar iç içe geçmiştir ki neyin nasıl, neden ve ne zaman olacağını ön görebilmek neredeyse imkansızdır. Olan olayı evet kolayca açıklayabiliriz ama geleceği görmemiz ya da tahmin etmemiz işte bu nedenle çok zormuş.

Günlük yaşamımızda, her ne kadar onu öngörememiş olsak da, geçmişin genellikle aşikar görünmesinin nedeni de işte bu temel asimetridir. Satranç, doğrudan bir rastlantısal unsur içermez. Ama yine de, bir belirsizlik vardır çünkü her iki oyuncu da kesin olarak rakibinin ne yapacağını bilemez. Eğer oyuncular usta ise, oyundaki pek çok noktada ilerideki birkaç hamleyi görmek mümkün olabilir; ama daha ileriye bakarsanız, belirsizlik artar ve artık hiç kimse kesin olarak oyunun nasıl gelişeceğini söyleyemez. Diğer yanda, geriye dönüp baktığınız zaman, her oyuncunun yapmış olduğu hamleleri neden yapmış olduğunu söylemek genelde kolaydır. Bu yine geleceğini öngörmesi zor, ama geçmişini anlamak kolay olan rastlantısal bir süreçtir. Yalan da değil hani. Herhangi bir analist, başarılı oldukları, en kötülerin neden başarısız oldukları ve ortaya çıkan eğrinin neden bu şekilde olması gerektiği hakkında bir dizi inandırıcı neden çok rahat gösterebilir. Yani aslında şimdinin gözlüğü ile geçmişe bakıldığında açıklama çok kolay yapılabilir ama aynı şey tersi için geçerli değildir. Size bu bir şeyi hatırlatmıyor mu? Bana hemen hatırlatıyor: Borsacılar. Hepsi neden doların düştüğünü, BİST’in hangi sebeple arttığını, FED’in ne yapmaya çalıştığını saatlerce anlatabiliyorlar oysaki dolar bundan sonra ne olacak sorusuna elimizde Merkez Bankasının sahip olduğu düzeyde bir veri seti yok klişesini demekle yetiniyorlar.

Toplumcu tarihçi Richard Henry Tawney, bunu şöyle dile getirmiştir: “Tarihçiler, galip gelmiş olan güçleri ön plana çıkartıp, ortadan yok olanları ise arka plana iterek … bir kaçınılmazlık görünümü yaratırlar.” Roberta Wohlstetter ise konuya bu şekil bakmakta: “Olaylar olup bittikten sonra, bir işaret tabii ki çok nettir, şimdi onun hangi felaketi haber vermekte olduğunu görebiliriz … Ama aynı işaret, olaydan önce bulanık olup, çelişen anlamlarla yüklüdür.”

Pearl Harbor baskını ya da günümüz için konuşalım 11 Eylül saldırıları durumunda, geriye dönüp bakınca baskına yol açan olaylar kuşkusuz çok belirgin bir yöne işaret ediyorlar. Yine de hava tahmininde ya da satranç oyununda olduğu gibi, eğer olay gerçekleşmeden çok önce başlayıp olayları ileriye doğru irdelerseniz, kaçınılmazlık hissi çok çabuk kaybolmaya başlar.

Mesela Pearl Harbor için sözü edilen istihbarat raporlarına ek olarak, bir yığın da işe yaramaz bilgi de mevcuttu ve her hafta, sonradan yanıltıcı ya da önemsiz oldukları anlaşılacak ciltler dolusu yeni ürkütücü veya gizemli mesaj ve rapor birbiri peşi sıra toplanıyordu. Pearl Harbor baskınına işaret etmeyen alternatif ve mantıklı bir çok açıklama da vardı. Örneğin, Pearl Harbor’u beş bölgeye ayırma istemi, tarz olarak Panama, Vancouver, San Francisco ve Portland’daki (Oregon) Japon ajanlarına gönderilen istemlerle benzerlik gösteriyordu. Radyo bağlantısının kaybolması da daha önceden duyulmamış bir şey değildi ve geçmişte, genellikle savaş gemilerinin kendi karasularında olduğu ve sabit telgraf hatları vasıtası ile iletişim kuruyor oldukları anlamına gelmişti. Anlayacağınız geleceği bulandırmaya yetecek kadar bilgi fazlası vardı.
Pearl Harbor askeri üssünün boşaltılması evet muhtemelen gerekirdi. Bugünkü bakış açısıyla evet kesinlikle gerekirdi çünkü saldırının olacağına ilişkin birçok ipucu vardı. Fakat bu ip uçları ancak şimdi geri bakıldığı zaman bu kadar net gözükebiliyorlar.

Bir sistem ne kadar kompleks ve zaman ufku ne kadar geniş ise geleceğe bakış o derece bulanıklaşır. Küresel ısınma, petrol fiyatları, ya da döviz kurlarını önceden tahmin etmek neredeyse imkansızdır. Edenlere siz bakmayın, zaten tuttursalar bugün sabahın köründe ve akşamın bir saatinde bizlerin karşısında olmak yerine kokteyllerini yudumlayıp keyif çatıyor olurlardı. Falcılar eğer gerçekten ileriye görüyor olsalardı müşteriye ihtiyaçları olmazdı. Her hafta sayısal ya da süper oynayıp kasalarını doldururlardı ama yapmıyorlar, yapamıyorlar ve yapamazlar da. Oyunun kuralı böyle işlemiyor.

Bir sonraki yazı ile bu konuyu tamamlamayı planlamaktayım. Elimden geldiğince konularla ilgili bir sonuca gitmeyi düşünüyorum.  Bu konu ile ilgili bu kadar yazı yazdıktan sonra başarılı olma tahmininde bulunmam zor ama elimden geleni yapacağım. Olur da yapamazsam sonraki yazılarımda neden yapamadığımı da yazarım muhtemelen. Malum ileriyi görmek her zaman bulanık ve oldukça bulutlu oysa ki geriye dönüp sebep bulmak oldukça güneşli , bir o kadar da kolay ...

Sevgi ve saygılarımla,

9 Ekim 2013 Çarşamba

Gel de kadere inanma 2

Determinizm vs Kelebek etkisi

Başına yan gelip yatarken elma düşen ve bu sayede şöhreti yakalayan Newton, determinizm ve daha nice başka görüşün yaratıcılarındandır. Bakın 1814 yılında, meşhur matematikçi Pierre-Simon Laplace determinizm hakkında neler yazmış:

Eğer bir akıl, herhangi bir anda doğayı biçimlendiren güçlerin tümünü ve doğadaki her yaratığın konumunu bilseydi; ve ek olarak, eğer bu akıl tüm bu veriyi işleyebilecek bir güçte olsaydı, aynı anda evrendeki en büyük nesnelerin olduğu kadar, en küçük atomların da hareketini tanımlayabilirdi: Böyle bir akıl için hiçbir şey belirsiz olmazdı ve geçmiş gibi gelecek de onun için bilinir olurdu”.

Oldu canım, bana da iki çay söyle lütfen. Kazın ayağı pek öyle değildi ama bizim Fransız matematikçi böyle düşünüyordu. Laplace aslında determinizm diye adlandırılan bir görüşü dile getiriyordu: Dünyanın şu andaki durumunun, geleceğin nasıl oluşacağını tam olarak belirlediği fikri.

Günlük yaşamda, determinizm kişisel niteliklerimizin ve belirli herhangi bir durum ya da ortamın özelliklerinin bizi doğrudan ve tartışmasız olarak çok belirgin sonuçlara götüreceği bir dünyayı ima eder. Bu çok düzenli bir dünyadır, her şeyin öngörülebileceği, hesaplanabileceği bir dünya. Ama Laplace’nin rüyasının gerçekleşmesi için daha birçok şart da beraberinde sağlanmalıdır. Birçok akademisyen Laplace’nin determinizm hakkındaki inançlarını paylaştılar. Onlar da, Galton gibi, yaşam içindeki yolumuzun kesin olarak kişisel niteliklerimizce belirlendiğine, ya da Quételet gibi, toplumun geleceğinin öngörülebilir olduğuna inandılar. Sık sık Newton fiziğinin başarısından esinlenip insan davranışlarının da, doğadaki diğer olaylar gibi güvenilir bir şekilde öngörülebileceğini düşündüler. Günlük dünyamızın  geleceğinin, aynı gezegenlerin yörüngeleri gibi, şu andaki durumdan yola çıkarak kesin bir biçimde belirlenebilmesi onlara mantıklı geldi.
İşte şimdi tam bu noktada size bir hikaye anlatmak istiyorum. Atmasyon değil, uydurma hiç değil. Gerçek yaşanmış bir hikaye.

1960 yıllarında Edward Lorenz adında bir meteorolog, meteorolojinin bilinen yasalarını uygulayarak ileriki zaman dilimleri için hesapladığı hava durumunu sayılar şeklinde yazıcısına basacaktı. Bir hafta sonu uzun uzun çalıştı ve hesaplamaları başlatıp evinin yolunu tuttu. Hafta başında çalışma ofisine geri döndüğünde yazıcıda yeterli kağıt bırakmadığını fark etti. Konu Edward Lorenz ‘in zekası ya da aptallıkları olmadığı için bu dalgınlığı ya da hatayı çok konu etmeyeceğim. Kağıt eksikliğinden doğal olarak hesaplamaların ortasında yazıcı durmuştu. Birazda sanırım tembel olduğundan (ama bu tembellik ya da bu dalgınlık ya da bu aptallık zaten hikayenin bugün anlatılmasını sağlıyor) tüm hesaplamayı yeni baştan yapmak istemiyor ve kaldığı yerden devam etmeye karar veriyor. Yazıcıda son çıkmış olan veriyi başlangıç değeri olarak girip, oradan devam etmeğe başlıyor. Bizim bilim adamı o kadar tembel ki tüm rakamları da yazmıyor ve mesela 0,293416 gibi bir sayı yerine 0,293 olarak sayıları giriyor. Öyle ya kim takar virgülden sonraki 10.000’ler basamağını. Hata olsa kaç yazar, kim anlar, kim bilir, kim umursar.

Bilim insanları genelde, bir sistemin başlangıç koşullarında ufak bir değişiklik yapılırsa, o sistemin evriminin de ufak bir değişiklik göstereceğini varsayarlar. Neticede, meteorolojik veri toplayan uydular değişkenleri ancak virgülden sonra iki ya da üç hane hassasiyetle ölçebildiklerinden, 0,293416 ve 0,293 arasındaki minik farklılıkları anlayamazlar bile. Kim bu masum düşünce ve kabul nedeni ile bizim Lorenzi’yi suçlayabilir ki? Ama işte o tembel Lorenz, böyle ufak farkların sonuçta büyük değişikliklere neden olduğunu buldu. Bilim dilinde başlangıç koşullarına kritik bağlılık olarak bilinen bu olaya, bir kelebeğin kanat çırpışlarından kaynaklanabilecek kadar ufak atmosferik değişikliklerin sonuçta küresel iklim oluşumları üzerinde büyük etkiler yaratabileceği içermesine atfen kelebek etkisi adı verildi.

Ne midir bu kelebek etkisi? Bir sabah fazladan içtiğiniz bir bardak kahvenin, yaşamınızda çok büyük ve derin değişikliklere neden olması demek. Bu bir bardak kahve için harcadığınız fazladan zaman, tren istasyonunda müstakbel eşinizle karşılaşmanıza, ya da kırmızı ışıkta geçen bir araba tarafından ezilmekten kıl payı kurtulmanıza neden olabiliyor. Eşim ile bu bölümü tartışırken aklımıza ister istemez Sliding Doors filmi geldi. Ne muhteşem bir filmdir. Seyretmeyenlere mutlaka önereceğim sıra dışı ve unutulmaz bir filmdir. Son anda kapanan bir kapı ile tamamen değişen bir hayat, üstelik aynı anda izleme imkanı ile.

Burada anlatılmaya çalışılan, yaşamımızdaki önemli olayların arkasına ayrıntılı olarak baktığımızda, büyük değişikliklere neden olan, görünürde önemsiz, rastgele bir çok olay vardır gerçeği ve işte bu önemsiz ve rastgele olayların aslında hayatlarımız için belirleyici olanlar olduğu çıkarımı.  

Rastgele etkenler, en az niteliklerimiz ve eylemlerimiz kadar önemlidir. Birçok insan, entelektüel bir düzeyde rastgele etkenlerin önemini anlasalar bile, duygusal bir düzeyde buna direniyorlar. En basit ifadeyle bir çok kişi meşhur kişilerin kariyerlerinde şansın rolünü küçümserler oysaki bir çoklarının hikayesi göstermektedir ki şansları olmasaydı onları bugün yalnızca aileleri ve arkadaşları tanıyor olacaklardı.

Peki ama neden rastlantısallık olayına inanmayı tercih etmeyiz?

Her şeyden evvel yaptıkları ile kazandıkları arasında rastgele bir ilişki olduğuna inansalardı, çok az sayıda insan ciddi anlamda bir çaba gösterirdi. Öyle ya zaten iş şansa kalmış ben neden kendimi yorayım ki diye düşünürlerdi. İnsanlar “kendi ruh sağlıklarını korumak için” başarıda yeteneğin rolünün derecesini abartmışlardır. Yani, sinema yıldızlarını, yeni tanınmaya başlamış yıldızlardan daha yetenekli görmeye ve dünyanın en zengin insanlarının aynı zamanda en akıllıları da olduklarını düşünmeye eğilimliyiz. Siz belki değil ama dünya genel ahalisi bu yönde düşünmektedir.

Bir başka neden ise rastlantısallığın yaşamımızdaki etkilerini kaçırıyoruz çünkü dünyayı değerlendirdiğimiz zaman, sadece beklediklerimizi görme eğilimindeyiz. Aslında beceri düzeyini başarı düzeyine bağlı olarak tanımlayıp, sonra da nedensellik duygumuzu aradaki bağıntıyı öne çıkartarak güçlendiriyoruz.

Bir bara gittiğinizi düşünün. Benim için zor bir hayal değil çünkü gitmesini çok severim. Karizmatik ve hatta yakışıklı barmen ile lak lak ediyorsunuz. Barmen size bir film yıldızı olmak istediğini söylese ne düşünürdünüz?  Muhtemelen tamam, tamam, sen şimdi sadece şu sodayı fazla kaçırmadığına dikkat et, yeter türünden bir şeyler düşünürdünüz. Aslında pekala aman Tanrım, geleceğin bu karizmatik film yıldızı ile baş başa konuşma fırsatını yakaladığım için ne kadar şanslıyım, diye de düşünebilirdiniz.

Beklentilerin kurbanı olmak kolaysa, birilerinin bundan yararlanması da kolaydır. Doktorların beyaz önlükler giyip muayenehanelerinin duvarlarına türlü çeşitli sertifika ve diplomalar asmalarının, kullanılmış araba satıcılarının motora para gömmek yerine arabanın dışındaki ufak tefek çizikleri tamir etmeyi tercih etmelerinin ve öğretmenlerin genelde “mükemmel” bir öğrenciye aynı ödevi veren “zayıf” bir öğrenciye göre daha yüksek not vermelerinin nedeni de budur. Bunun farkında olan pazarlamacılar da önce bizlerde beklentiler yaratıp, sonra da bunlardan yararlanacak reklam kampanyaları tasarlarlar.

Bu bizi nereye mi götürür?

İşte bu nedenle neden bir filmin iyi iş yaptığını, bir adayın seçimi kazandığını, bir fırtınanın oluştuğunu, bir hissenin düştüğünü bildiğimize inanırız. Hepimiz bir anda konunun uzmanı kesiliriz ama hep geriye dönük olarak. Hiç birimiz ama kolay kolay bir sonraki fırtınayı ya da seçimi kimin kazanacağını ya da doların ne olacağını bilemeyiz.  Geçmişi açıklayan öyküler uydurmak, ya da gelecek hakkındaki su götürür senaryolara inanmak kolaydır. 

Bir sonraki yazı işte tüm bunlarla ilgili olacak. Geçmişe bakıldığı zaman gerçek akış sanki en olası senaryo ya da olasılık gibiymiş görünüyor ama yaşarken durum bu kadar açık ortada olmuyor. İyi tahminler yaptığımızı sanıyoruz ama yanılıyoruz. Çoğu kere de bu nedenle kibirli ve hatalı kararlar alıyoruz.Tüm bunların nedenlerini konuşacağız. Tabii ki en sonunda hepsini bir yerlere bağlamaya çalışacağız.


Bu arada yazıyı sonlandırmadan, Mavi AY dizisinden önce, Bruce Willis karizmatik, genç bir barmendi ve kim bilir kaç kişi onunla konuşmuştu.