Bu Blogda Ara

28 Ocak 2013 Pazartesi

Mutluluğa yolculuk 5


Platon’un mağarası

Hiç alt başlıktaki terimi duymuş muydunuz?

Değişimin neden bu kadar zor olduğunu anlatan bir terimdir. Çok karanlık bir mağarada doğmuş ve buradan asla çıkmamış insanların mağarayı evrenleri gibi görmeleri, donuk ve hüzünlü olsa da aşina oldukları yeri teskin edici ve rahatlatıcı bir yer olarak görmeleri durumudur. Mağaradakiler dışarıya adım atmayı inatla reddederler. Dışarıyı bilmediklerinden tehlikeli ve düşman dolu yer olarak görürler. Dışarının güneşli, özgürlüklerle ve güzelliklerle dolu olduğunu bilmezler, bilemezler.

İnsan varlığı değişimden, yenilikten korkar ve çoğu zaman çok güç olsa bile alışıldık koşullarda kalmayı, çok iyi tanımadığı yeni bir duruma geçmemeyi tercih eder. Platon’un mağarası gibi. Bugün birçok insan farkında olmadan Platon’un mağarasında yaşıyor. Bilinmeyen karşısında büyük bir korkuları var ve kişisel olarak onları etkileyecek her değişimi reddediyorlar.

Fikirleri, projeleri, düşünceleri  ve en önemlisi düşleri olan insanlar var çevremizde aynı bizler gibi. Bu insanların bazıları bu düşlerini gerçekleştirebiliyorlar bazıları ise bir arpa kadar yol gidemiyorlar.  Düşlerini asla gerçekleştiremiyorlar çünkü doğrulanmamış binlerce korkuyla felç olmuş durumdalar. Adım dahi atamıyorlar. Harekete geçemiyorlar. Elleri ayakları kelepçeli şikayet edip duruyorlar. Bazen kendilerine bazen de etrafındakilere suç bulup, öfkeleniyorlar. Oysa anahtarlar yalnızca kendilerinde. Boyunlarında asılı ama asla ellerine alamıyorlar.

Çocuklar gelişme arzusundadır. Yetişkinler ise değişmemek için ellerinden geleni yaparlar. Unutmayın ki gelişmek istemiyorsak yavaş yavaş ölmeye başlamışız demektir. Ömür boyunca genç kalmak için gelişim göstermeye, öğrenmeye, keşfetmeye devam etmeliyiz. Ruhumuzu körelten alışkanlıkların içine ya da zaten yapmayı bildiğin şeylerin uyuşturan rahatlığına kendimizi kaptırmamalı ve dahası kapatmamalıyız.

Bize ilk adımı atmak zor da gelse, adım attığımız anda işler istediğimiz gibi gitmese de yola öyle ya da böyle bir şekilde çıkmalı ve daha da önemlisi karşılaştığımız problemler karşısında pes etmeyip yolumuza devam etmeyi sürdürebilmeliyiz. Hayat çok ilginç, gizemli, bakir ve henüz kimse tarafından tam olarak nedenleriyle niçinleri ile keşfedilmemiş. Güç anların gizli bir işlevinin olduğu, bizleri büyüttüğü, o anda ender olarak fark edilir. Büyücü kılığına girmiş meleklerin çirkin hem de çok çirkin ambalajlarla özenle sarmış oldukları harikulade hediyeler gibidir deneyimlerimiz. No pain no gain derler ya yabancılar hani bir bakımdan yalan da değil hani. Gel de böylesi bir hediyeyi sıkıyorsa kabul et. Zor tabii, en azından hiç de kolay değil.

Böylesi sınavlarla karşılaştığımızda genellikle öfke ya da umutsuzluk tepkilerini gösteririz. Bize haksızlık gibi gelen kötü ambalajlı hediyeyi haklı olarak reddederiz. Öfke sağırlaştırır, umutsuzluk kör eder. Veeeeee böylelikle bize sunulan büyüme fırsatını da kaçırırız. Kaçırılan fırsatlar sonrasında sert sert darbeler ve yenilgiler birbirini izler. Üzerimize çullanan şey aslında kader değil, mesajını yenilemeye çalışan hayatın kendisidir ama anlayana.

Proust’a göre bir sorunla karşılaşıncaya, bir olay umduğumuzdan farklı gelişinceye kadar, hiçbir şeyi doğru düzgün öğrenmiş sayılmıyoruz.

“ ...Yalnızca hastalık bile, hasta olmadığımız zaman asla farkına varamayacağımız süreçlerin farkına varmamızı, bu süreçlerin ne olduklarını öğrenmemizi sağlar. Her gece doğruca yatağına koşan, uyanıp tekrar ayağa kalkana kadar yaşamdan kopan bir adam, bırakın uyku üzerine büyük keşifler yapmayı, uyku ile ilgili küçücük bir gözlemde bulunmayı bile aklından geçirmeyecektir. Aslında o, uyuduğunun da farkında değildir. Ama birazcık uykusuzluk, uykunun değerini anlamamız açısından yararlı olacak, karanlığımıza ışık tutacaktır. Çok güçlü bir bellek, belleğin işleyişini incelemek için en iyi araç değildir...”

Artık yetişkiniz. Yazgımıza ağlayıp sızlanmak yerine bir şeyler yapma zamanıdır. Mutlu kurban yoktur. Kendimizi farkında bile olmadan kurban yerine koymak en iyi tercihimiz olarak bize görünür bizlere ama başka bir şeyler yapmayı da öğrenmeliyiz. Kurban rolünden kurtulmak istemek ama yerine koyacak bir şey bulamamak işi ilerletmez. Tabiat boşlukları sevmez. Yerine bir şey de koymalıyız. Yoksa değişime direnmeye devam ederiz. Önce yüzleşmek, sonra bir karar vermek ve akabinde yola devam edebilmek. Aksi durumda ölüm döşeğinde “ömrümde hiçbir şey yapmadım, istediğim hiçbir şeye sahip olmadım ama herkes beni nazik buldu” dersiniz. Şanslı iseniz biri bunları duyar, not eder ve kitap haline getirir. Eğer istediğiniz buysa başkalarının hayatlarını yaşamaya aynen devam.

Bazı insanlar tartışmayı pek sevmezler. İşe yaramadığını düşünürler. Karşı taraf için nasılsa anlamazlar, ya da nasılsa ikna olmazlar diye düşünürler. Ya da belki de tembelliklerinden, aman canım ne uğraşacağım derler. Peki ama sebep bunlar değil de ya ödleklik ise? Bazıları ise dişe diş, kora kor (corps à corps) tartışırlar. Düşüncelerini, inandıklarını coşkuyla söylerler. Onlar insanların, onlarla nasıl konuşursak bize onu yansıtan birer ayna olduklarını bilirler aslında. Bizler de işte bu ikinci tip insanlar arasında yer alabilmeliyiz. Senin yaşamını senden başka kimse değiştiremez. Gücün de, özgürlüğünde senin için de. Herkes kadar o yeteneğe ve potansiyele sahipsin aslında. Yaşamına sahip çık. Potansiyelini sakince kullanmasını bil. En azından bunun için bir uğraş ver. Einstein’ın sözünü de mutlaka hatırlamaya devam edelim: “Aslında herkes dahi olabilir. Ancak bir balığın yeteneğini ağaca çıkması ile ölçersiniz hayatı boyunca kendisinin aptal olduğunu düşünecektir.” .

Elde etmeyi öğrenmek için insanları ikna etmek, cüretkar olmak, deneyimlerde bulunmak, fikirlerini uygulamaya koymak, düşlerini somutlaştırmak gerekir. Bugün sana baskı yapan ve seni tamamen hapseden bu kölelik zincirini parçalamak gerekir. Hayatını yaşayabilmek adına özgürleşebilmen gerekir. Tüm bunlar için işte neler yapmalısın bir sonraki yazının içeriği olacak. Umarım keyif alıyorsunuzdur. Artık mağaramızdan güneşli, mis kokulu dışarıya çıkma zamanıdır.

Tadını çıkarmanız dileklerimle.

22 Ocak 2013 Salı

Mutluluğa yolculuk 4


Büyük nasihatler


Avustralyalı hemşire Bronnie Ware, emekli olduktan sonra bir kitap yazmaya karar veriyor. Çok da iyi yapıyor. Kendisi yıllarca evlerinde ölümü bekleyen hastalara bakan bir hemşire. Gerekli ama iç burkucu bir rol kendisininkisi. Belki yalnızca meraktan belki de kitap yazmaya daha en başından karar vermiş olduğundan, hemşiremiz hastalara “En büyük pişmanlığınız nedir?” diye sormuş her bir defasında. İşte bu cevaplarını da bir kitap haline getirmiş. Sarsıcı, gerçekçi, etkileyici ve karamsar ama bir o kadar da yol gösterici bir kitap olmuş olmalı. Ben okumadım. Tüm bu bilgiler ve en çok alınan beş cevap bir iletiyle bana ulaştı. Yolculuğumuz ile paralellik gösterdiğinden bu bölüme katkı olsun diye almak istedim.

En çok verilmiş olan cevap, listenin bir numarası nedir biliyor musunuz?

"Keşke başkalarının benden beklediği hayatı sürmek yerine düşlerimi gerçekleştirme cesaretim olsaydı."

Ware’e göre insanlar, yaşamlarının sona erdiğinin farkına varıp geriye döndüklerinde düşledikleri şeylerin çok büyük bir kısmını gerçekleştirmediklerini görüyor ve pişman oluyorlar. Siz olmayın. Başkaları için değil, kendiniz için yaşayın ve diğerlerini kendi hayatlarınıza ekleyin. Sonra çok geç olabilir. Ben şimdiden sizleri uyarıyorum.

Listenin üç numarası, sıkı durun, geliyor ...

"Keşke duygularımı dile getirmeye cesaretim olsaydı."

Birçok insanın diğerleri ile ilişkilerini belirli bir düzeyde tutmak için duygularını bastırdığını söyleyen Ware, bastırılan duyguların insan sağlığı üzerinde son derece olumsuz etkileri olduğunu ileri sürüyor. Yalan mı hem de hiç değil. Tekrar ediyorum çok geç olmadan kendi hayatlarınızı yaşama vaktidir.

Bitmedi. Yolculuğumuzla ilgili üçüncü ve sonuncu cevap. Listenin beş numarası.

"Keşke kendime daha çok mutlu olmak için izin verseydim."

Çoğu insanın mutluluğun aslında bir seçim olduğunu ölüm anı gelene dek fark etmediğini söyleyen Ware, insanların rahat yaşamak uğruna eski alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı kaldığını belirtiyor.

Alışkanlıklarından vazgeçmek istemeyen insanların değişme korkusu yaşadığını ve daha fazla mutlu olma şansını kendi kendilerine yok ettiğini belirten Ware, ölüm yatağındaki hastalarının "Keşke daha çok gülseydim, keşke aptalca şeyler yapmaktan bu kadar korkmasaydım" diyerek pişmanlıklarını dile getirdiğini sözlerine ekliyor.

Beş cevaptan üç tanesi yolculuğumuzla direk ilgili. Düşünsenize ölüm anı geldiğinde verilen nasihatlerden üç tanesi kendimiz olmak ve kendi hayatlarımızı yaşayabilmekle ilgili. Kalan iki taneyi belki merak etmişsinizdir diye onları da aşağıda sıralıyorum. İlki listenin iki numarası ve diğeri de dört numarası:

"Keşke bu kadar çok çalışmasaydım."
"Keşke arkadaşlarımla ilişkimi sürdürseydim."
  
Artık güneşli bölgelere gelme zamanı. Çözüm için bir kaç satır yazmaya başlayalım artık, ne dersiniz? Zaten bu yazı ve sonrası çözüme yönelik yazılar olacak. Silkinme ve üzerlerimizdeki ölü toprağı atma vakti geldi de geçiyor. 

İlk önce yüzündeki o maskeyi çıkarmalısınız. Kendinize karşı acımasız değil ama objektif olun. Ne kendinizi överek gökyüzüne çıkarın ne de söverek diplere batırın. Zor da olsa, ortayı, dengeyi bulun. Bunu da ancak gerçekçi olabilirseniz yapabilirsiniz. Başlarda size densiz ya da düşüncesiz de denebilir ki bunlar sizin doğru yolda olduğunuzu gösteren iyi işaretlerdir. Panik yok mutlaka bu yolda devam edin. Hep farklı olun, fark yaratın derim ya, işte hep başkalarına göre yaşayan, hareket eden toplumumuzda farklı olma zamanı artık gelmelidir. Atmanız gereken başka bir adım ise hemfikir olmama korkunuzu aşabilmektir. Arzularımızı ifade edebilmek yine iyi bir başlangıç olabilir. İstediklerimizi elde edebilmek için karşı çıkmaya cesaret etmeyi öğrenmek ise olmaz ise olmazımız olmalı. İnsanların beklentilerine uygun olmak zorunda değiliz. Onların ölçütlerine, değerlerine uyum sağlama, farklılığımızı sergilemeye cesaret etme, hatta rahatsız ettiğinde bile bunu yapabilme zor olsa da başlangıçta yapmamız gerekenlerden. Ama en önemli unutmaman gereken nokta, insanların sizin hakkında ne düşündüğünü dert etmemeyi öğrenmeniz. Zaten bunu yaptığınız anda diğer tüm şeyler sizin için artık oldukça yapılabilir gelecektir.

Hugo’nun sözü işte tam burada çok gerekli gibi: “İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır.” Başkalarına iyi olacaksınız ya da iyi görünmeceksiniz diye başta kendinize adil olmaktan vazgeçmeyin. Unutmayın ki kendi farklılıklarınızı tamamen üstlendiğinizde, o zaman başkalarının farklılığına da eğilebilir ve gerektiğinde kendinizi buna uyarlayabilirsiniz. Daha iyi ve sağlıklı iletişim kurmayı ve tanımadığınız kişilerle temasa geçmeyi ve bir güven ilişkisi kurmayı, sizin gibi davranmayan insanlar tarafından kabul edilmeyi öğrenirsiniz. Ama öncelikle sizi biricik kılan şeyi öğrenmelisiniz, yoksa başka insanlara yaranmak adına kaybolmaya devam edersiniz.
 
Denemeler yapın mesela. Gidin ve otobüste, takside, işinizde veya evinizde karşınızdaki ne derse desin karşı tezler ileri sürün. Tartışın ya da kavga edin demiyorum ama kendinize böylesi oyunlar kurun.  Ufak denemeler yapın. Hayatınızın yok olmadığını göreceksiniz. İlk başta oyun olarak başlayan denemeler sonrasında inandığınız düşüncelerin arkasında durmanızı sağlayacaktır.

Sizleri bekleyen bazı zorluklar da yok değil hani. Bu zorlukları da bir sonraki yazı da kaleme alacağım. Değişime direnme alın başlı başına bir zorluk. Öz güven ve kendinle barışık olma ihtiyacı yine sana gerekli olan iki çok önemli duygu. Cesaret ve kendini ifade edebilme yetisi yine gerekli olanlardan. Tüm sevdiklerini ve tüm çevreni kaybedebilme ve sonucundaki büyük yalnızlık belki de bizi bekleyen en büyük ve tehlikeli risk. Ama hiçbiri aşılmayacak kadar büyük ve karlı bir yamaç değiller. Siz yeterki size inanın, güvenin, gerisi zaten illaki gelecektir. Durmak yok, yola devam. Yakında yine görüşmek üzere.

15 Ocak 2013 Salı

Mutluluğa yolculuk 3


Kişisel yüzleşmem
Kederler, düşüncelere dönüştükleri anda bize acı çektirme güçlerini yitirirler

En son ne zaman içten gelerek kahkaha attınız diye sormuştum bir önceki yazımı bitirirken ve tam bu noktadan devam edeceğimi sizlere söylemiştim.  Buyurun devam edelim ...

Ben ne zamandır kahkaha atmıyorum. Çoğu zaman tebessüm ediyorum hatta güldüğüm de oluyor zaman zaman ama ne zamandır karnımın etleri ağrıyana kadar derler ya hani o şekil kahkaha atmadım. Atmak istemedim değil, Allah biliyor ya hem de çok istiyorum ama bir türlü denk gelmedi işte. Bir zamanlar büyük zeka ürünü dahi olmayan bir çok şeye gülebilir, çoğu anlatılması dahi gereksiz ve zor durumlar için kahkahalar atabilirdim. Peki ama ne değişmişti hayatımda? Aslında hiçbir şey ya da belki aslında her şey... Eskiden yalnızca kendim için yaşardım. Yalnızca ben vardım ve sonrasında diğerleri. Ben mutlu olmalıydım. Sonra nerede o kopukluğu, o travmayı yaşadım bilemiyorum ama bir şeyler oldu hayatımda ve ben fazlasıyla empati yapmaya başladım. Aslında sonrasında anladım empati yapmadığımı yalnızca empati yapmanın arkasına saklandığımı. Nasıl ve niçin oldu bilemiyorum ama ben sonra sonra anladım artık kendi hayatımı kimseye dayatamadığımı ve başkalarınınkini kolayca hayatıma buyur ettiğimi. Bir anda kendimi başkaları için çabalarken buldum. Yaptığım fedakarlıkların fark edilmesini ve sonrasında bunun için minnet duyulmasını istedim. Önce çok şansızım, istediğim gibi olmuyor, bana da yazık yahu demelerim başladı . Sonra yavaş yavaş kendimi daha az sevmeye başladım ve birgün bir baktım ki kendimle küsmüşüm. Aynalarda dahi gözlerimizi birbirimizden kaçırır olmuşuz. Bu noktadan sonrası zaten artık bilinç dışı yapılan mecburiyetlerimdi, sorgulamadan, tartışmadan yaptığım. Elimden özgürlüğüm, mutluluğum alınmıştı. Farkında dahi olmadan kendimi kısıtlamış, demir parmaklıklar arasına hapsetmiştim.  Nasıl oldu dedim ya bilemeden, anlayamadan, insanların beni sevmeyeceği korkusuyla kendi hayatımdan yine kendim vazgeçmiştim. Başkaları için attığım her adımda kendimi biraz daha kanatır olmuştum.Sinirli biri olmuş çıkmış, daha az gülen ve kolay kolay kahkaha atmayan biri olmuştum. İşte bu nedenle önemlidir nedensiz kahkaha atmak, atabilmek. Sizin hangi aşamada olduğunu ortaya koyan turnusol kağıdı gibidir. Eğer atabiliyorsanız sorun yok bu yolda devam edin ama yok atmıyorsanız bir tıkanıklık var demektir.

Sonra ne mi oldu? Şefkatim ve şartsız sevgim zamanla yerlerini biraz daha korkuya bırakır oldular. Daha az tahammül gösteren biri olmuştum artık. Her şeyin iyi yanını görmeye çalışan insancıl yanım törpülenmeye başlamıştı. Tek enayi ben miyim yeter artık demelerim arttı sonra. Tanımadığım, yadırgadığım ve dahası hiç alışamadığım özellikler gelip yerleştiler kişiliğime ve doğaldır hayatıma. Daha bir panik, daha bir depresif özellikler sergilemeye başladım. Yaptıklarımı artık yalnızca bir bir fedakarlık olarak görmeye başladım. Bunlara ek olarak bir de kendime acıma başladı ki çekilir gibi değildi. İşin en kötü yanı ise tüm bunların nedensiz (en azından ben neden olabilecek bir travma hatırlamıyorum) başlaması ve ne olduğunu dahi anlayamadan bu noktalara erişmesi sanırım.

Sonra yine nedensiz heyyy ne oluyor? Artık kendine gel dedim kendime. Tüm bunlarda bir terslik vardı, olmalıydı.Ben kurban değildim ve olmamalıydım, olamazdım. Çok şükür ben ve ailem sağlıklıydık, para kazanıyorduk, işte ve evde çoğu zaman mutlu ve huzurlu bir hayat yaşıyorduk. Kendimi bırakmam nankörlük gibi gelmeye başlamıştı. Tamam bir yanım nemli, yapışkan ve karanlık bir deliğe doğru çekiliyordu ama diğer yanda da sevdiklerim vardı ama daha da önemlisi kendi hayatım vardı. Bir kere karar verdiniz mi her şey o kadar hızlı ve kolay oluyor ki şaşarsınız. Siz hazırsanız istediğiniz, dilediğiniz, ihtiyacını duyduğunuz her şey gelip sizi buluyor. Öyle de oldu. Dışarıdan yardım da alabilirdim ama ben kendimle yüzleşerek kendi girdiğim kuyudan çıkmayı başarabildim. Yüzleşebilme ve bunu yüksek sesle ifade edebilme çok önemli.

Düşünsenize dünyada sizi rahatsız edebilecek hiçbir durum olmasa yaşamımız neye benzerdi? Fena olmazdı değil mi? Kabul edin bu durumdan kim şikayetçi olabilir? O noktaya varmanın tek yolu zor da olsa gerçekle yüz yüze gelebilmemizdir. Korkularımız taa ki yok olana dek korkularımızın nesnesiyle karşı karşıya kalabilmemizdir yapmamız gerekli olan. Korkularımızı görmezden gelmek, ötelemek, yok kabul etmek, kaygılarımızı büyütmekten başka hiçbir şeye yaramaz. Onları sığınaklara saklamak yerine gün ışığına çıkarmamız gerekir. Unutmayalım ki korkularımızı yaratanlar da yine bizleriz. Hayatlarımızda bizleri korkutan şeylerden uzakta durmaya çabaladıkça, korkularımızın büyük çoğunun kendi zihnimizin eseri olduğunu keşfetmemizi de engellemiş oluyoruz.  
  
Özgürlük bizim içimizdedir. İçimizden gelmelidir. Dışarıdan bizlere verilmesini beklemek büyük hata olacaktır. Gandhi “dünyada görmek istediğin değişim sen ol” derken başlangıç noktasını gayet güzel gösteriyor zaten. Kesin olan tek bir şey var o da değişimin başkalarından gelmeyeceği, değişimin dışarıdan değil içeriden gelmesi gerektiği. Ne bir örgüt, ne bir yönetim, ne yeni bir patron,ne de yeni bir eş insanın yaşamını değiştirebilir. Gerçek senin yaşamını senden başka kimsenin değiştiremeyeceğidir. Bu nedenle yaşamına kendin sahip çıkmalısın. Ben kendimle ve korkularımla yüzleşerek başladım ve sonuç aldım. Sizlere de tavsiye ederim.

Proust’un dediği gibi “Kederler, düşüncelere dönüştükleri anda bize acı çektirme güçlerini yitirirler.”

Bir sonraki yazıda biraz daha derinlere doğru yol alacağız. Örneklerimiz olacak. Yolculuğumuz tüm hızıyla devam ediyor. Güneşli günler artık hiç olmadığı kadar yakın. Gelin beraber güneşin tadını çıkaralım.

11 Ocak 2013 Cuma

Mutluluğa yolculuk 2


Yüzleşme

Hayatı nasıl görüyorsunuz?

Kaçınılması hatta uzak durulması gereken tuzaklarla dolu tehlikeli bir alan mı yoksa her  köşe başında sizleri zenginleştirecek bir deneyim sunan sürprizlerle dolu  bir alan mı?  Sahi siz gerçekten nasıl görüyorsunuz?

Aslında sizlerden tuzak dolu ya da sürprizlerle dolu net cevabını beklemiyorum. Bazen bol miktarda tuzak içermekte bazen ise beklenmedik mutluluklar hemen yanı başımızda belirebilmekte.  Hayat bu, bazen siyah bazen ise beyaz. Ne 1 ne de 0. Fuzzy mantığı burada da geçerliliğini sürdürmekte; hayatımız hep grinin bir tonunda seyretmekte.  Yüksek Mühendislik Matematiği dersinde Fuzzy Logic (Bulanık Mantık) diye bir konu öğrenmiştik. Düşünüyorum da söz konusu o konu, hayatın tam da özetiydi aslında. Hayatın yalnızca bir ya da yalnızca sıfırdan oluşmadığını öğretirdi. Söz konusu mantığa göre yalnızca siyahlar ve beyazlar yoktu, grilerde hatta grilerin tonları da vardı.

Hayatımızda karşımıza çıkan tüm durumlar için bu aslında geçerli bir mantık. Önemli olan içinde bulunduğumuz andaki durum renginin siyaha ya da beyaza ne kadar yakın olduğu. Aynı tüm hareketlerimizi belirleyen sevgi ve korku oranlarımız gibi. Önemli olan bu karışıklık içerisinde hangi yöne eğilimimiz olduğu. Bir taraf aslında asla yok olmuyor; ne pratikte, ne de teorikte, ne felsefik olarak, ne de matematiksel olarak. Asla yok olmayan bu ikili düzlemde önemli olan, tercihlerimiz ve bu tercihlerimizi sahiplenmemiz. Gri alanlar illaki hep olmaya devam edeceklerdir.  Yalnız siyah ve beyaz renkten oluşan hayat  bugün yalnızca Çarşı’da J Siyah beyazlı hayat aslında otuzlu yaşlara kadar sürüyor. Sonra yaşasın gri hayat. Önemli olan gri renklerle dolu hayatımızda gri giyinmemeyi başarabilmek. İsteklerimizin, hedeflerimizin, hayallerimizin ve bu uğurda aldığımız yol ve çabaların yalnız siyah ya da yalnız beyaz olabilmesi, net olabilmesi.

Bu çıkarılsa da yazının bütününü bozmayacak iki paragraf sonrasında net bir cevabınızın olmadığını biliyorum. Önemli olan hangi yöne daha çok eğilim duymakta olduğunuz.  Gelin konuyu biraz daha irdeleyelim.

Başımıza gelen şeyleri sanki bize dayatıyorlarmış gibi ve biz de istemeden buna maruz kalıyormuşuz gibi yaşadığınızı hissediyor musunuz?

Çok şansızım, istediğim gibi olmuyor”, “ben şunu tercih ederdim” gibi ifadeler kullanıyor musunuz?

Bir olay istediğiniz gibi gitmediğinde ne kötü ya da yazık der misiniz?

Bir çoğumuz eminim tüm bunları ama sesli ama içimizden ama coşkulu ama kaygılı diyoruzdur. Eminim tüm bunları bir durumu serinkanlılıkla kabul eden birinin bilgeliği ile değil de daha çok üzgün bir tonda hatta bir boyun eğme tavrı içerisinde ifade ediyoruzdur. İşte bizim gibilerin farkına bile varmadan oynadıkları bu role Kurban rolü denmekte.  

Bakın biraz daha devam edeyim.  Başkaları için çaba gösteren biri olmayı seviyoruz  ve buna karşılık fedakarlıkların karşılığında değer görmeyi umuyoruz. Dahası biraz da kendimizden şikayet etmeyi ve böylece insanların sempatisini kazanmayı seviyoruz. Oysa kaçırdığımız ya da bilmediğimiz nokta kendi tercihlerini üstlenen ve yaşamayı seçtiklerini yaşayanlar her zaman için çok daha cazip oldukları.

Başka önemli bir tespit ise tüm bu yaptıklarımızın birer tercih olmaması. Bugün benden bekleneni yapacağım demiyorsun. Bilinç dışı bir şekilde kendini bunu yapmaya mecbur hissediyorsun. Yoksa seni sevmeyeceklerini artık seni istemeyeceklerini sanıyorsun. Dolayısıyla farkına bile varmadan kendini fazlasıyla kısıtlama dayatıyorsun. Yaşamın fazlasıyla kısıtlanmış oluyor. Ve sonunda kendini özgür hissetmiyorsun. Ve işin traji komik tarafı bu nedenle başkalarına öfkeleniyorsun.

Başkalarından daha az şansın olduğunu düşünüyorsun. Doğduğun, büyüdüğün sosyal ortamı başkalarınınkiyle karşılaştırıyorsun. İnsanın istediği her şeye sahip olduğu bir ortamda doğduğunda mutlu olmanın çok daha kolay olduğunu düşünüyorsun. Oysaki sosyo ekonomik durumu yüksek olanlarda yalnızca eğitim yüksektir, mutluluk değil. Mutsuz bir mühendis de vardır mutlu işçi de. Mutluluk bağımsızdır, ebeveynler tarafından verilen sevgi ve eğitimle ilişkilidir. Şansın bizi ancak ve yalnız biz hazır olduğumuzda gelip bulmasını hep atlıyoruz sanırım. Einstein’n lafı da yabana atılır cinsten değil: Tesadüf bizlere gelişme şansı vermek için tebdil-i kıyafet gezen Tanrı’dır.

Herkes başkaları için çabalasa, herkesin yaşamı iyileşmiş olur düşüncesi ise tamam romantik ama bir o kadar da naif bir kişisel aldatmaca. Aslında şunu itiraf etmek gerekiyor sanırım; tüm bunların belki de nedeni farkında olmadan insanlardan korkuyor olmamız. Kendimiz olmak için dayatmalarda bulunamıyoruz, bundan kaçıyoruz. En azından tereddüt ediyoruz. Arzularımızı, isteklerimizi çoğu kere ifade dahi edemiyoruz. Başkalarının iradesine karşı gelmekte ve açıkça bir reddi söze dökmekte güçlük çekiyoruz. Kısacası kendi yaşamımız gerçekten yaşamıyoruz, başkalarının tepkilerinden korkarak fazlasıyla onlara göre davranıyoruz.

Düşünsenize hayatlarımızdaki tüm olumsuzlukların sebebini kimi zaman yıldızlara, kimi zaman yaşımıza, kimi zaman sosyo ekonomik durumumuza, ama her seferinde de bizim dışımdaki nedenlere bağlar dururuz. Uyanma zamanı geldi de geçiyor dostlar. Sevgili arkadaşlar artık uyanın, kendinize gelin. Hayatlarınız sizlerin hayatları ve sizler kaderlerinizin efendilerisiniz. Tüm başınıza gelenlerin tek nedeni ve sebebi sizlersiniz.

En son ne zaman içten gelerek kahkaha attınız? Benim çok oldu. Ya sizin? Bir sonraki yazıma tam bu noktadan başlayacağım. Sonrasında çözüm öncesinde bir kaç satır daha karalayacağım. Aslında bir kaç kişisel not düşeceğim. Zor olanı yapacağım.

İnsanın kendisiyle yüzleşmesi zordur, çarpıcıdır. Kabullenilmesi zordur. Ama bir sonraki aşama için de şarttır. Yazdıklarım doğaldır ki tüm insanları içermiyor. Kendi bildikleri yolda ilerleyen ve başkalarının fikirlerinin kendilerini yıpratmasına ve dengelerinin bozulmasına izin vermeyenler de vardır. Dilerim siz onlardansınızdır. Eğer öyle ise şanslısınız ve işin güzel yanı şansınızı yine siz kendiniz yaratmış durumdasınız. Benim için kıskanılacak kişilersiniz. Aman hep öyle kalmaya devam edin. Kesinlikle en azından bence doğru yoldasınız. Bu yazıyı ve bir önceki giriş yazısını da boşa okudunuz demektir. Bir sonraki en az iki yazıyı da zinhar okumayın derim sizlere. Ama değil iseniz yazdıklarımı düşünün.

Yolculuk şimdilik çok eğlenceli geçmiyor, koyu gri yağmurlu ve soğuk bir havada yürüme gibi ama inanın bundan sonrası çok daha güneşli ve renkli olacak. Görüşmek üzere!

8 Ocak 2013 Salı

Mutluluğa yolculuk 1


Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer

Kendisinin efendisi olan, dünyanın da efendisi olur derler. Dünya ile pek işim olmayacağı aşikar ama kendimi kontrol altına alabilmek için kendi adıma çalışmalarıma ara vermeden devam ediyorum. Durmadan, sıkılmadan ve hevesle devam ediyorum.  Kendimi her geçen gün ve her gittiğim kurs ve okuduğum kitapla biraz daha geliştiriyorum. En azından bu yolda çaba sarf ediyorum. Amaç aslında belli; potansiyelimi mümkün olduğunca çok kullanabilmek, mutlu, huzurlu olabilmek ve kendimle barışık kalmayı sürdürebilmek. Bu yöndeki çalışmalarım, araştırmalarım beni hem mutlu ediyor ve bir o kadar da özgür hissettiriyor. Biliyorum ve hissediyorum ki ne zaman arayışlarım bitecek işte o zaman önce yerimde ve sonra da geriye doğru saymaya başlayacağım. Buna niyetim hiç olmadığından sürekli araştırmaya ve hayatımın anlamını bulmak için çaba sarf etmeye devam ediyorum. Güzel olan nokta ise bu çalışmaların bir sonunun olmaması. Önemli olan varılacak liman değil yolculuğun kendisi. Yolculuk ne kadar eğlenceli olur ise liman bir o kadar uzaklaşıyor sanılanın tersine. Yeni katmanlar, yeni gerçekler, yeni öğretiler çıkıyor her seferinde. Bazı şeyler ise hani neredeyse sabite yakın bir halde mevcudiyetlerini  koruyor her seferinde.

Okumuş olduğum kitaplar, yapmış olduğum araştırmalar, gittiğim kurslar/seminerler/eğitimler ve katıldığım toplantılar sonrasında ve sayesinde din ile bilimin aslında sanılanın tam tersi olarak hem de çok büyük bir payda da birleştiğini kendimce tespit ettim: Hepimiz birer küçük yaratıcılarız.  Başka bir ifadeyle içimizde Tanrısal bir nüve, Tanrısal bir özellik bulunmakta. Kaderlerimiz, hayatlarımız bizzat bizlerin yönlendirmeleri ile hem şekil ve hem de yol alıyor. Ne tarafa dönüp, ne yöne bakarsanız bakın hep aynı yalın, basit gerçek ortaya çıkıyor, adeta aslında parlıyor. Kabala’da da bu böyle, Tasavvuf’ta da, Kuantum’da. Rahatlıkla görebileceğiniz üzere, blogumun alt başlığı da bu düşünceyi destekler niteliktedir: Ben bu sayfanın hem yaratıcısı ve hem de takip edeni olacağım.  Zaten hepimiz birer küçük yaratıcılar ve takip ediciler değil miyiz?

Bu sefer ki durak ise bir kitaptı; yine bu düşünceleri destekler nitelikteki enfes bir kitap. Yazarı bir Fransız: Laurent Gounelle, yeni Coelho olarak kabul ediliyor. Kişisel gelişim kitabı mı denmeli yoksa bir roman mı bilemedim açıkçası. Aslında roman ama içinde kişisel gelişim adımlarını barındırıyor hem de hiç bir kitapta eşine kolay rastlayamayacağınız bir yoğunlukta. Ya da kişisel gelişim kitabı belki de ama sürükleyici bir hikayenin içinde sıkmadan, keyifle anlatılan. Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer (Dieu Voyage toujours incognito) Pegasus Yayınları’ndan çıkmış okunması gereken bir kitap.

“Bir düşünün. İntihar etmek üzeresiniz. Bir adam hayatınızı kurtarıyor, ama karşılığında sizinle bir anlaşma yapıyor. Bundan sonra o ne söylerse sorgusuz sualsiz yapacaksınız.  Kendi iyiliğiniz için... Çaresiz, kabul ediyorsunuz ve hayatınızın iplerini tıpkı bir kukla gibi başkasının ellerine bırakıyorsunuz. Ve hayatınız eskisinden çok da güzel oluyor. Yine de şüpheleriniz var: Bu adam aslında kim? Çevresindeki gizemli kişilerin sırrı ne? Sizden aslında ne istiyor?

Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer, kendi kendimize koyduğumuz engelleri, korkularımızı, ve ön yargılarımızı nasıl aşacağımızın, kaderimiz sandığımız mutsuz bir yaşamı, bizi mutluluğa götüren bir yolculuğa nasıl dönüştüreceğimizin hikayesi.”

Kitabın arkasında yazanlar bunlarla sınırlı, oysaki içindekiler bir derya. Okuduğum için rahatlıkla yazabiliyorum, öncelikle konulara, olaylara farklı gözle, farklı açılardan bakabilmesi yazarın başlı başına bir başarısı. Ortada, herkesin görebildiği bir olaya bu kadar farklı bir yaklaşımda bulunması, yaratıcılığının da ne kadar da üstün olduğunun en büyük göstergesi. Ceviz Ağacı’na baktığınızda tek bir ceviz dahi göremeyebilirsiniz. Sonra bir adım sağa, ya da bir adım sola kayarsınız ki tüm cevizler ortaya çıkmış. Önemli olan bulunduğunuz, baktığınız yerdir. Seth Godin gibi Yılmaz Özdil gibi  Gounelle de naçizane fikrim doğru yerden ve doğru açıdan bakabilmiş. Dili de hikayesi de oldukça akıcı ve dahası merak uyandırıcı. O kadar yalın, o kadar sade, o kadar kolay anlaşılabilir satırlar yazıyor ki basitliğin neden bu kadar zor ama aynı zamanda bu kadar muhteşem olduğunu kanıtlıyor yazdıklarında.

Kitabı daha okumaya başladığım ilk satırlarından itibaren sizlerle paylaşmaya karar vermiştim. Önceleri yalnızca okunması gereken bir kitap tadında ama sonralarında artık bunun yeterli gelmeyeceğini düşündüm. Bundan sonraki bir kaç yazımda, sizlere ve kendime (benim için de ileride dönüp bakmak adına özet bir kaynak olmuş olacak) işte bu kitap hakkında yazacağım. Daha doğrusu içinde anlatılanlar hakkında. Umarım ilginizi çeker. Kaç yazı olur, ne kadar sürer, şimdilik bilemiyorum. Tek bildiğim mümkün olduğunca sizlerin de dikkatini çekebilecek ve bizleri ilgilendirebilecek bölümlere yoğunlaşacak olacağım.

Bir kaç satırda uygulayacağım metodoloji hakkında yazmak isterim. Yazının kendi adıma kolay yazılabilmesi ve sizler için de kolay takip edilebilmesi için Gounelle’nin ağzından çıkan her şeyi kendi süzgecimden geçirdikten sonra yani moda tabirle içselleştirdikten sonra yazacağım. Anlamını tabii ki değiştirmeyeceğim. Başka bir ifadeyle kendi düşüncelerim ile yazarın düşüncelerini harmanlayacak sonrasında sizlerle paylaşacağım. Amacım kitap sonrası bende oluşan düşünceleri sizlerle paylaşmak yoksa kitabı ve yazarın düşüncelerini direk olarak aktarma tercihinde değilim.

Mutluluğa ve özgüvene doğru bir yolculuğa hep beraber çıkıyoruz. Hazır mısınız?

Kemerlerinizi bağlayın ve gözlerinizi kapatın. Hayal kurmaya başlayın. Aynanın karşısına geçip gözlerinizin taaa içine bakıyorsunuz. Gördüğünüz kişiden memnunsunuz. Mutlusunuz. Akşam yattığınızda hissettiğiniz en temel duygu düşünün ki içten gelen derin bir huzur. İstemediğiniz hiçbir şeyi yapmak zorunda hissetmiyorsunuz. Özgüveninizi kolay kolay hiç kimse ve olay sarsamıyor. Gülüyorsunuz, nedensiz bazen, en az çocukken güldüğünüz kadar içten ve doya doya. Hayatı yaşamayı seçiyorsunuz. Hayat sizler için birer hediye. Her köşe başında başka bir mutluluk, başka güzel bir sürpriz, başka bir şölen. Kendinizi ve hayatı seviyorsunuz. Gelin yolculuğumuza beraber başlayalım. İyi eğlenceler!