Bu Blogda Ara

10 Kasım 2014 Pazartesi


Türkiye; Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e ... 
DANIEL DUMOULIN

14 Ekim 2014 Salı

Küçük, miniminnacık bir dağ olabilme arzusu

Bugüne kadar sizler ve kendim için 200’e yakın yazı yazmışım. Fena sayılmaz hani. Eskiden olsa çok daha fazla yazabilecek konu bulabilir ve çok daha fazla yazı yazmış olabilirdim ama günümüzde size sebeplerini önceki bir çok yazımda açıkladığım üzere bir çok konuyu yazmamayı tercih ediyorum. Bu durumda da yazacak çok fazla konu bulamıyor ve eskisi kadar üretken olamıyorum. Sizi yazılarımdan mahrum bıraktığım için çok üzgünüm J Ama bazen işte hiç beklenmedik bir olay, duyduğum biz söz, okuduğum önemsiz bir haber, hatta içtiğim bir kadeh şarap size yazacağım yazı ile ilgili bir tetik vazifesini görebiliyor. Bu sabah da öyle oldu. Arkadaşım hafta sonu bir filmin fragmanını seyretmiş ve çok beğenmiş. Beğenmekle kalmamış, benimle paylaşmak da istemiş. İyi ki de istemiş, sayesinde bu yazıyı yazıyorum.

Film henüz vizyonda değil. Bradley Cooper’ın bir filmi. Ben kendisini çok beğenirim. Yakışıklıdır, tatlı bir kişiliktir. Kendisi neden bilmem bana hep içimizden biri gibi gelmiştir. Kısacası kendisini ve filmlerini samimi bulurum ve genel kanım filmlerini hep beğeneceğim yönündedir. Yönetmen ise o eski bir cowboy, o yaşlı bir kurt, o kirli biri Harry, o İyi, Kötü, Çirkin’nin hayatta kalan tek üyesi (iyiler hiç ölmez), o 60'tan fazla filmde oynayan sıra dışı bir aktör, o 30 filmi yönetmiş ve en iyi yönetmen Oscar'ını kazanmış bir yönetmen,o yedi çocuk sahibi bir dev, o Clint Eastwood. Filmin ismi ise American Sniper.

Film Irak’da geçiyor. Çatının üstüne tüm teçhizatı ile kurulmuş bir sniper (Bradley Cooper) etrafı gözlüyor. Çarşaflı bir kadın ve ufacık oğlu sokağa çıkıyorlar. Çarşaflı kadın sanki evin içinde, kimse görmeden veremezmiş gibi, dışarı çıkar çıkmaz, alenen sokak ortasında, çarşafından bir bomba çıkarıp çocuğa veriyor. Çocuk hızla bir yöne doğru koşmaya başlıyor. Hayatta ve filmlerde bazı şeyleri görmemeliyiz, görsek de zihnimizde proses ettirmemeliyiz, yoksa ne hayattan ne de filmlerden keyif alabiliriz. Ben de bu sahneyi, çarşaflı kadının heyecanına kapılıp ne yaptığını bilmemesine verip, mantıklı kabul ediyorum. Bizim Bradley amirlerine ne yapayım diye soruyor heyecan ve aceleyle. Aldığı cevap bu yazının yazılmasına neden olan cevap oluyor: It’s your call.

Çocuk hızla koşuyor ve bir süre sonra menzil dışına çıkmış olacak. Taşıdığı şey ise oyuncak bir kamyon değil, arkadaşlarına zarar verebilecek paylayıcı bir madde. Bir yandan geçmişi geliyor aklına, ufak bir çocuk onun da hayatında var ve bir takım acılar. İzleyici için neler yaşadığı net değil ama ortada ufak çocuklu bir dram yaşandığı kesin. Yani bizim keskin nişancı için çocuk figürü çok önemli. Kesik kesik ağlayan bir kadın, feryat eden başka bir kadın, ölüp tabutlara konulmuş Amerikan askerleri sahneye gelip gelip yok oluyor. Çocuk bir yandan koşmaya devam ediyor. Arkadaşları tamam zarar görmemeli ve görevini yapmalı ama diğer taraftan vuracağı ufacık bir çocuk. Olan zaten hep onlara olmuyor mu? Fragman bizim Bradley’in ne yaptığını göstermeden bir son buluyor. Ya ateş edip vuracak ya da gitmesine izin verecek. Ya ufak bir çocuğu kendi elleri ile öldürmeyecek, yaşamasına izin verecek ve belki bu nedenle bir çok arkadaşının ölümüne neden olacak, bir çok çocuğu babasız ve acılar içinde bırakacak ya da daha gençliğini bile görmeden, ana kuzusu bir oyun çocuğunu, neden taşıdığını ve neler olabileceğini bile anlamadan adeta oyuncak gibi taşıdığı şey yüzünden toprağın altına gönderecek. Ne düşünürseniz düşünün, kim olursanız, hangi taraftan olursanız olun çok zor bir karar. Tamam adamların orada ne işi var diyebilirsiniz ki bence haksız olmazsınız ya da bu zihniyet zaten bu duygusal yanı yumuşak bir karın olarak kullanıyor diyebilirsiniz. Yazının konusu siyasi olmadığından bu yorumlara pek değil hiç girmeyeceğim. Beni ilgilendiren kısım insanoğlunun sınırları. Saniyeler içerisinde böylesi bir karar verip uygulamaya geçirmek zorunda olan biri(leri) de benim gibi nefes alıyor bu hayatta. O(nlar) da yaşıyor, konuşuyor, yemek yiyor, içip, uyuyor bu hayatta, benim gibi osuruktan tayyare hayatlar yaşayanlar da.

Ben hemen hemen her gün sanki çok anlar ve başarılı olacakmışım gibi dolar endeksine, dolar ve euro kurlarına, altının hareketlerine bakarım. Grafikler vardır değişimleri gösteren, saatlik, günlük, haftalık, aylık. Detaya ne kadar inerseniz testere gibi görüntüler elde edersiniz. İnişler, çıkışlar vardır kısa vadelerde. Ama zaman ölçeğini biraz arttırırsanız iniş ve çıkışlar hemen hemen düz bir çizgi halini alır, değişim sanki yokmuş gibi. Fragman sonrası neden bilmem aklıma hemen bu grafik geldi. Benim hayatım ve ben de yarattığı etkiler dakikalık grafikler gibi. İnişler ve çıkışlar oluyor ve bu değişimler beni ziyadesiyle etkiliyor. Kendi adıma ülen ne zor bir hayatım var, ne zor kararlar almak zorunda kalıyorum diye aklımdan geçiriyorum. Zaman zaman yaşadığım zafer ya da pişmanlıklarımla geçmişte, zaman zaman ise endişe ve umutlarımla gelecekte yaşıyorum, ama çoğu kere hep atlıyorum şimdi de olmayı. Bazı adamlar ise hep şimdide olmak zorundalar. Onların gözüyle benim hayat grafiğim sabit düz bir çizgi. Yatay görünümlü bir gün sonu hareketi gibi. İniş de yok çıkış da. Ölmüş bir hayat grafiği gibi. Ama yine de onlar gibi hızlı ve böylesi zor kararları, üstelik bu kadar kısa bir zaman içerisinde almak istemezdim.

Kuzeyimizde, güneyimizde ve maalesef içimizde ne dramlar yaşanıyor. İnsanlar neler çekiyorlar. Bizler eve gelip, duşlarımızı alıp, istediğimiz yemekleri, sıcacık evlerimizde yerken, onlar ölüyorlar. Su bulamıyorlar, üşüyorlar, kafaları kesiliyor, vuruluyorlar, parçalara ayrılıyorlar. Birbirlerinden koparılıyorlar. Yaşam hakları ellerinden alınıyor. Allahım ne büyük bir acı! Birilerinin gizli planları, ajandaları gerçekleşecek diye düşünülmeyen, umursanmayan ve yok olup giden nice canlar. Yalnız savaş da değil. Hastalıklardan, kazalardan ölen nice başka insanlar. Şükretmeliyiz. Allaha dualar etmeliyiz. Endişe diye gördüğümüz, dert diye inlediğimiz, sıkıntı diye içimizde büyüttüğümüz nice şeyler bir çok insan için günün sonundaki yatay hareket grafiği gibi. Allah dağına göre kar verir derler. Ben küçük, miniminnacık bir dağ olduğum için çok ama çok mutluyum. Egosal bir düşünce ile büyük bir dağ olmayı aklımdan bile geçirmek istemem. Sınırlarımı biliyorum ve onun içinde mutlu ve huzurlu olmaya çalışıyorum. Son zamanlarda bir de bunlara şimdi’de kalmayı eklemeye çalışıyorum ama bu başka bir yazının konusu olacak. İnsanları ve kendimi suçlamamaya çalışıyorum. Olacak olan zaten bir şekilde oluyor. Kendime acımıyorum ve kurban rolünü de üstlenmiyorum. Başıma gelenleri kabul etmeye çalışıyorum. Mümkün olduğunca tevekkel olmaya çalışıyorum. Çünkü önemli olanın başıma gelen şeylerin olmadığını ama onlara karşı nasıl tavır takındığım olduğunu biliyorum. Zaman zaman başarıyorum bu şekilde davranmayı ve olmayı zaman zaman ise başaramıyorum ama denemeye hep devam ediyorum.

Ne zaman başımıza ne geleceğini bilemiyoruz. Günün sonunda yataylaşacak konular için üzmeyin kendinizi. Etrafınıza bakın ve yaşadığınız için, sevdiklerinizle birlikte olduğunuz için, duş alıp, yemek yiyebildiğiniz için şükredin. Şükredecek nice konularınızın olması dileklerimle ...

29 Eylül 2014 Pazartesi

Kırmızı

Gerçek şarapta, sağlık suda adlı yazım bakın nasıl başlıyordu: “8000 yıl! Günümüze kadar ulaşabilselerdi (bu kadar yıllandırılması tabii ki imkansız ama bir de olsaydı tadından içilmezdi herhalde), ilk şarapların yaşı bu olacakmış. İşte böylesine eski , böylesine kadim bir dostluğu var insan ile şarabın. Tarihi dile kolay 8000 yıl öncesine dayanan şarap, insanların sevinçlerine, hüzünlerine, sofralarına karışıp günümüze kadar gelmiş, kendisine apayrı bir kültür yaratmış. O kadar ki şarap adeta bir tutkuya dönüşmüş, özel günlerimizde, sevdiklerimizle paylaşacağımız yemeklerde, sanatın tüm dallarında, efsanelerde, tarihi güzelliklerde görebilir olmuşuz. Benim kendisini gördüğüm yer ise genelde hatta sürekli ve yalnızca yemek masasının üzeri olmakta. Geçen akşamda bu kadim dostla beraberdik”. Bu girişten anlayacağınız üzere ben yine yeniden ve özellikle bu aralar oldukça sık beraber olmaya başladım bu sıkı ve candan dostla.

Bilenler bilir, bilmeyenlerde bu vesile ile öğrenmiş olsunlar ben şarabı çok severim. Evet itiraf ediyorum onunla beraberim ve birlikte çok mutluyuz. Düzeyli bir ilişkimiz var. Tamam rakıyı da, votkayı da ve hatta viski ve burbonu da çok severim ama şarabı diğerlerinden bir başka severim. Şarabı özel kılan, diğer eski dostlardan ayıran önemli bir özelliği vardır: Şarap yalnızca tüketilen bir içki değil yaşayan bir organizmadır. Bizim gibidir. Topraktan gelir bir kere. Etrafındakiler üstüne titrerler. En iyi zamanda toplanması için büyük uğraş ve emek sarf edilir. Üzümlerde boş durmazlar bu arada. Topraktan her bir aromayı almak için suffer ederler. Büyük bir dikkatle toplanıp, çeşitli işlemler ile senin için büyümeye, güzelleşmeye, olgunlaşmaya başlarlar. Yalnız senin için. Kendisini sana saklar. Toprakla bir olduğu andan senin onun tadına bakana kadar ki zamanlarda üzümün ve sonrasında şarabın hep tek bir amacı vardır: senin için en iyi olmak. Başka kim ya da ne senin için bunları yapabilir ki? Sana saygısı, hürmeti vardır. Seni admire eder. İşte bu nedenle üzüme, şaraba saygı vardır, hürmet vardır. Karşılıklıdır bu ilişki. Rakı mesela o da candır, o da üzümdür ama rakı olsun, viski olsun değil mi ki damıtılırlar ruhlarını kaybederler. Kimlikleri yok olur.

Şarap dikkat edin her ortam ve zamanda hep başrolü kapar. Rakı sofrasının ana konusu rakı değildir (çok severim o ayrı) ama şarap severler şarap içecekleri zaman ana konu her zaman şarap ve türevleridir. Şarap kendisi hakkında konuşturtur. Yaşadığınız bir şarap gecesi de dikkat edin unutulmazdır, yıllar geçse de hep hatırlanır. Pahalı hem de çok pahalı olanları da vardır, ucuz sofra şarabı olanları da. Alışkanlığı vardır, ritüeli vardır: zengini de içmeden koklar, fakiri de. Şarap yalnızca bir içki değildir, bir sanattır, hayatın kendisidir. İlişkilerin nasıl olması gerektiğini gösterir bir modeldir. Başarıdır şarap. Mutluluk ve huzurdur. Arkadaşlıktır, dostluktur şarap ve büyük bir adanmışlık. Başlı başına bir hobi, bir uğraştır. Neredeyse sınırsız seçenekleri, sınırsız tatları vardır. Aynı insanlar gibi. Türlü türlü, cins cins insanlar olduğu gibi her damağa, her bütçeye, her kişiye uygun binlerce şarap vardır. Aynı markanın aynı kupajı bile senelere göre farklılık gösterir olgunlaşan insanların değişimi gibi. Hayattır, insandır şarap. 

Eski çağlardan filozof bir ağabeyimiz şarap yoksa aşk da yoktur demiş. Ne de güzel demiş. Aşk’tır şarap. Ben şarabı içmesini de çok severim, yaratmış olduğu büyülü kültür ve felsefe içerisinde kaybolmayı da.  Bir geçmişi vardır şarabın. Toprakta başlayan, fıçıda devam eden ve şişede seninle buluştuğu ana kadar süre gelen bir geçmişi. Açmazsan eğer bir geleceği de olacaktır elbet. Belki çok daha olgunlaşacağı, çok daha lezzetli olacağı bir geleceği ama belki o gelecekte sen olmayacaksındır. İşin ilginci zaten o noktada şarap zaten senin için değil onu içecek olan için kendini hazır etmiş olacaktır. İnsanlar genelde geçmiş pişmanlıklarını ve gururlarını ve gelecek endişe ve planlarını yaşarken ıskalarlar asl olan, önemli olan şimdiyi. Sen şarabı içtiğin anda senin için de şarap için de şimdi yaşanıyordur. Şimdiyi yaşamaktır şarap.

Şirketten bir arkadaşım ile laklaklık ederken ortak noktalarımızdan birinin şarap olduğu ortaya çıktı. Zaten sonrasında da hemen ister istemez çok samimi olduk. İtiraf etmek gerekir ki benden çok ama çok üstün şarap konusunda. Siz bakmayın ortak zevk dediğime, benim adeta bu konuda yol göstericim olmuştur zaman içerisinde. Hemen hemen her gün illaki bu konudan konuşmuşluğumuz vardır. Yapmış olduğu bir bağ gezisi sırasında bana da denemem için bazı şaraplar almış kendisi. İçlerinden bir tanesi de Chamlija Şaraplarının Merlot’dan ürettiği Kırmızı adlı şaraptı. Firmanın sahibi ve kurucusu sıkı bir şarap sever olan Mustafa Çamlıca. Ne zamanki büyük başarılara imza atan insanlar aynı adanmışlığı hobileri için de gösteriyorlar ortaya büyük ve çok başarılı işler çıkıyor. Mustafa Çamlıca aynı zamanda Ernst & Young Türkiye Ülke Başkanı. Düşünün; dünya çapında, yaklaşık olarak 140 ülkede faaliyet gösteren uluslararası bir denetim ve danışmanlık hizmetleri firmasının, Türkiye’deki birinci adamı olma başarısını gösteren bir adam, ayaklarını uzatıp yan yatmak ya da güneyde denize girip bronzlaşmak yerine şarapçılıkla uğraşmış ve ortaya muhteşem bir butik şarapçılık firması ve muhteşem şaraplar çıkmış. Saygı duymamak, gıpta etmemek elde değil. Hayatın %10'u başımıza gelenler, diğer %90'ı ise bizim bu başımıza gelenlere nasıl davrandığımızla gelişir derler. Nasıl davranma konusunda üstat farklılığını ortaya koymuş.

Ben normal şartlarda bu şarabı hemen açmaz, biraz daha bekletirdim. Arada bir şarap dolabımı açar, bu şişeye bakar hatta konuşur, severdim. En uygun zamanın gelmesi için bir işaret beklerdim. Sanmayın ki çok pahalı bir şarap. Arkadaşın dediğine göre şarabın üzerinde fiyat etiketi bile yokmuş ve çok sembolik bir rakama adeta hediye edilmiş bu ve arkadaşın kendisi için aldığı şişe. Peki neden mi daha beklerdim? Ya da neden bu şarap bu kadar önemli? Bir kere bu kadar saygı duyduğum kişi bu şarabı kendisi için evet yanlış okumadınız yalnız kendi ve dostları içsin diye üretmiş. Kimseye de satmıyormuş. Yalnızca Rouge (fransızca kırmızı demek) diye bir restorana o da aynı adı taşıdığı için veriyormuş. Hani elini öpene veriyor derler ya o hesap. Açıkçası ben de bu nedenle bu şarabı çok merak ediyordum. Eşim Istıranca diye aynı firmanın başka bir kupajını açacakken kaza ile bu şişeyi açıp karafa koymuş. Eve geldiğimde (genelde içmeden önce 1 saat kadar şarabı havalandırdıktan sonra içmeyi tercih ediyorum) yanlış şişenin açıldığını görünce ister istemez çok üzüldüm ama olmuşa çare olmadığından beklediğim işaretin aslında bu olduğuna inanmayı tercih ederek keyif almaya çalıştım. Ama ne keyif almaktı inanamazsınız.

Ben normalde aynı gece tüm şişeyi bitirmek yerine yarım şişe içip ikinci yarımı bir sonraki geceye saklarım. Hem vücudumu yormamış olurum ve hem de alkolün etkilerini minimuma indirmiş olurum. Eskiden çok iyi içerdim. Marifet olsun diye yazmıyorum ama içtikçe eğlenir, eğlendikçe içerdim. Bu döngü geç saatlere kadar değişik değişik mekanlarda devam edebilirdi. Güzel çok güzel günlerdi. Şimdilerde ise eskilerin tek bir mekanında içtiğim miktarı içtiğim zaman maymunlaşıyorum. Bir yorgunluk, bir uyku durumu oluyor ki inanılmaz. Eğlenmek yerine uyumak ister oluyorum. Kafamı kaldıramaz oluyorum. Durum böyle olunca keyiften çok eziyet haline dönüşüyor içki içmek. Bu nedenle artık çok daha az içiyorum. Yaşlanıyor muyum, değişiyor muyum, günlük hayat beni çok mu yoruyor yoksa hepsi mi bilemiyorum. Neyse biz yeniden Kırmızı’ya geri dönelim. Amacım yine yarım şişe açıp bırakmaktı ama öyle olmadı, olamadı. Ne ben onu bırakmak istedim ne de o beni. Muhteşem bir şarap olmuş Kırmızı. Çok ama çok beğendim. Genç bir şarap olmasına rağmen tanen hiç yoktu. Ben ki Merlot’ya mesafeli yaklaşırım bu Merlot meğer ne kadar hatalı olduğumu gösterir nitelikteydi. Alkol dengesi olsun, içimdeki zerafeti olsun, gerek burundaki ve gerekse tadımdaki aromalar olsun tek kelime ile muhteşem bir lezzet şöleniydi. Bir kaç kadehi düşünün Mustafa Çamlıca’nın şerefine içtim.

Bu sıralar başka Kırmızı ve hatta Kırmızılar nasıl bulabilirim onun hain planlarını yapmaktayım. Dün akşam anı ve lezzet keseme Kırmızı’yı dahil ettim. Benim için çok büyük bir kazanç oldu. Darısı diğer renklerin başına.

Sevgi ve saygılarımla,



16 Eylül 2014 Salı

Bol kırık çıkıklı bir kese 2

Nerede kalmıştık? Heh tamam şimdi hatırladım: Gösteriş uğruna tüm bir hayatımı etkileyen en büyük pişmanlığımı anlatıyordum. Sözü çok uzatmaya gerek yok aslında. Kıyıdan denize balıklama atlama aptallığını gösteren herkesin başına gelebilecek bir durumu yaşadım: Çakıldım. Gereksizdi, aptalcaydı, yapılmamalıydı ama oldu bir kere. Boynumun kırılmaması ve ölmemem yalnızca daha yaşayacak günlerimin olmasından sebepti. Ucuz hem de çok ucuz kurtulmuştum. Farkında olmadan intihar etmiş ama başarılı olamamıştım. Boynum kırılmadı ama omuzum yerinden çıktı. Ben ömrü hayatımda böylesi bir acı hiç ama hiç duymamıştım. Sen misin bu aptallığı yapan, iyi olmuş sana bile diyemedim bu acı karşısında.

Acı öylesine büyük, sıkıntım o kadar fazlaydı ki yok olmak istedim bir anda. Acıyı çekip yaşamaya devam etmek o kadar zor geliyordu. Sağlam kolum ile çıkmış kolumu tuttum. Omuzum saçma sapan bir yere kaymıştı. Acıdan bayılmayı gözlerimi hastanede açmayı çok istedim o an ama uyanıktım işte. Tüm sinirlerim kırmızı alarmda, oradan oraya hızla gidip geliyor, acıma acı katmaya tüm hızlarıyla devam ediyorlardı. Kendilerince beynime vücutta yolunda gitmeyen bir şey var, haberin ola uyarısını yapıyorlardı. Ülen size mi kaldı bu uyarıyı yapmak, kesin sesinizi ve oturun yerinize ve bir daha da sakın kıpırdamayın diye bağırmak istiyordum salakça. Çok ama çok canım yanıyordu. Şaşkındım, acı doluydum ve oldukça korkuyordum. Üşümeye de başlamıştım. Acısız bir zamana oldukça uzaktaydım ve bu uzaklık düşündükçe beni daha da kötü yapıyordu. Bir yerden başlamalıydım. Bir kaç kez omuzumu oynatmayı denedim ki bu beni öldürecekti. Acım dayanılmazdı.

Yüzüm kumlu ve tüm vücudum ıslak olarak hastanenin yolunu tuttuk. Kuşadası Devlet Hastanesi. Kumdan bir kale. Kağıttan bir kaplan. Bizi içeri bile almadılar. Burada çıkık tedavimiz yok dediler. Ne demek yok ulan? Burası hastane değil mi? Sen nasıl beni içeri almazsın? Hayır tabii ki diyemedim, bunları deyiverecek durumdan çok hem de çok uzaktaydım. Hastaneye kadar bile zor dayanıvermiştim. Her bir sallantıda, arabanın her ivmelenmesinde veya fren yapmasında ben acıdan  bağırıyordum. Düşünebileceğinizden çok daha fazla bir acı ve çaresizlik duygusu. Arabayı kullanan, kod adı ile otelin adamının bildiği kırık çıkıkçı bir amca varmış. Oraya gitmeyi teklif etti. Alternatifi olan  Söke Devlet Hastanesine gidemeyecek kadar canım yanıyordu.Mecburiyetten adamın yolunu tuttuk. Allah adamdan binlerce kere razı olsun, terledi ama birbirinden iptidai yöntemlerle taktı omuzu yerine. Mucize gibi bir olay. Omuz yerine takılır takılmaz sancı bıçak gibi kesildi. Bir anda mı geçer yahu? Evet bir anda geçiyor işte. Çıkıkçı amca sonrasında iyice de tembihledi: Aman haaa evlat, sen sen ol sakın yarın yüzme hatta bir süre hiç yüzme, tekrar çıkarak yer etmesin ... Dedi de kime dedi? Aklı olan biri olsam zaten denize öyle girmeye çalışır mıydım.

Amcam benim, canım amcam benim, sen dalga mı geçiyorsun? Zaten atlayarak ve çakılarak karizmayı yok etmişiz, bir de sakın yüzme diyorsun. Ben nasıl yüzmem. Bilakis her zamankinden çok daha güzel, çok daha hızlı yüzmeliyim ki arkadaşlarım nasıl yüzülüyor görsünler. Sanki şartmış gibi hiç olmazsa bir nebze olsun karizmayı düzelteyim.... Kibar adamımdır, düşündüm ama dile getirmedim. O kadar uğraştı taktı o kolu yerine, ayıp olurdu bunları söylemek.  Ertesi gün oldu. Gezilecek yerler gezildi ve yine akşam üzerine doğru otele dönüldü. Bu sefer denize atlamadım, ders almıştım. Ama bir güzel yüzdüm ders almamıştım. Bu son yüzüşüm oldu. Sonrasında bir daha yüzemedim ve yüzemeyeceğim de. Yalnızca yüzmeyerek de kalmadım, spor hayatım da sona erdi. Kısa bir süre sonra da sigaraya başladım. Yıllarca da içtim durdum. Basit bir atlama ya da hava atma uğruna basit bir yüzme hayatımı bir anda değiştirivermişti. Diyeceğim odur ki yüzdüm efendim ve kolum tekrar çıktı. Üstelik derinlerdeyken. İkinci kez ölüme oldukça yaklaşmıştım. Birer gün arayla bu kadar yaklaşma. Resmen aranıyordum çok şükür ki Azrail bana yüz vermemişti. Geçirecek daha günlerim varmış. Omuz çıkınca ne mi oluyor? Sağlam kol refleks bir şekilde çıkan kolun yardımına gidiyor ve hoooop suyun altındasın işte. Solungacın yoksa işin zor anlayacağın. Su topu sporunun olmazsa olmaz antrenmanı eller sanki teslim alınmışsın gibi suyun üstünde yukarıda, yalnızca ayaklarını kullanarak havuzu baştan sona gidip gelmedir. Suyun içinde terler insan, o kadar zor bir olaydır. Havuzu böyle çok gidip gelmişliğim vardır benim. Hayatta kalmak bazen eski bildiğin şeyleri refleks olarak hatırlamaktan geçiyor. Bu sayede kıyıya kadar geldim. Tekrar aynı amcanın yolunu tuttuk. Bu sefer hastane ile zaman harcamadık. Ben sana yüzme demedim mi ilk dediği laftı. O haklı, ben aptal ve salaktım. Gençtim. İlk keşkelerimden birini gerçekleştirmiştim. Çoktan pişmandım ve o pişmanlığı hala yaşamaktayım.

Amcam yaşlı bir adamdı sonuçta. Takmaya çalışıyor ama inatçı kol sürekli direniyor ve bir türlü yerine girmiyordu. Sonradan çektiğimiz filmler sayesinde öğrendik ki yırtılmayan kas kalmamıştı omuz çevresinde. Amcam bu nedenle omuzu bir türlü oturtamıyordu. Sonunda yoruldu, pes etti ve ben yapamayacağım dedi. Amcam benim etme eğleme, canım nasıl yanıyor anlatamam. Yap bir şeyler Allah rızası için bile diyebilecek durumda değildim. Bir yere de kıpırdamıyordum ama. Hiç bir yere gitmeyecektim. Varsın polis zor ile beni dışarı atsınlar. Bu omuz takılmalıydı ve bu amca benim son şansımdı. Bu arada adamın çocukları da orada, babamızı zorlamayın, hadi gidin hastaneye diyorlardı sürekli. Hastane dedikleri de taaaaa Söke. Allahım bir yandan acım bir yandan bu durum, ne zor bir anıydı bu. Keşke bir an önce tarih sayfasındaki o pişmanlıklar bölümündeki sevimsiz ve bol acılı yerini alsa diye dualar ediyordum. Neyse ki adam vicdanlı ve çok iyi bir adamdı. Tekrar denedi, uğraştı ve bir şekilde taktı o omuzu yerine. Bu kez sardı da. Bir sonraki durak olan Pamukkale’de o güzelim sulara giremeyecektim. Yazık sonra sonra oraları da bozuldu. Keşke tüm bunlar olmasaydı da ben o güzelim sulara girebilseydim. Karizma mı? Hatırlatmayın o kelimeyi bana. O günden sonra bir daha herhalde hiç düzelemedi. Riski sevmeyen korkak bir adam oldum çıktım sonrasında.

90’lı yıllar meğer ne kadar çok acıyı içinde barındırıyormuş. 1999’da omuzum bir kere daha yerinden çıktı. Düşünün 10 yıla 2 kırık, 3 çıkık sığdırabilmişim. Fena sayılmaz hani.

O yıllarda sabah koşularına başlamıştım. Son zamanlarda aldığım kiloları vermeye iyice niyetlenmiştim. Amerika’ya böyle fazla kilolarla gidemezdim. O zamanlarda üniversitede araştırma görevlisi olarak çalıştığımdan keyfim yerindeydi. Giriş çıkışa kimse karışmazdı. Sabahları öne güzelce koşar, sonra duşumu alıp, arabamla üniversiteye giderdim. Bir de parası iyi olsaydı ne de güzel olacaktı aslında akademik hayat. Lüküs hayat gibi canına yandığımın . Parasız bir lüküs hayat. Rüya gibi zamanlardı. Yine bir sabah koşuyorum, soluklanmak için durduğum bir anda 50-60 metre kadar uzağımdan bir köpek sürüsü geçmeye başladı. Göz göze gelmeyerekten ama çaktırmadan bakıyorum. Ben köpekleri severim ama uzaktan. Son köpekte tam görüş alanımdan geçiyordu ki ben boş bulunup ona baktım. O da bana baktı. Bakışıverdik anlayacağınız ve gözden kayboldu. Daha çok şükür bile dememiştim ki bakıştığım köpek önde ve diğer çok sevgili arkadaşları arkasında koşarak bana geliyorlar. Muhtemelen koklaşıp, sevilmek için geliyorlardı ama ben emin olamadım. Bir süre sakın kaçma sonra sana saldırırlar dediysem de bu yalnızca aradaki mesafenin kapanmasına neden oldu. Sonrasında tabii ki adrenalin kazandı ve ben deli gibi kaçmaya başladım. Bir ara onlardan hızlı olduğumu bile düşündüm. Tabii kısa bir an için. En son popomu tam ısıracak dişleri gördüm ve kendimi son bir umutla ama aslında büyük bir çaresizlikle bayırdan aşağıya doğru bıraktım. Bir akşam önce yağmur yağmış ve yollar çamur gibi olmuştu. Sol kolumla ağacı tutunup yönümü hızlıca değiştirmek istedim ama düşüncelerimi uygulamaya geçiremedim. İyi bir plan belki değildi ama elimdeki kaçarken bulabildiğim tek plandı. Sol kolum ağacın üzerindeyken ayağım kaydı ve ben sol kolum açık omuzumun üzerine düştüm. Kolum zaar yeniden çıkıverdi bir anda. Zaten çıkmak için fırsat kollayan şımarık omuzum bu tarihi fırsatı kaçırmak için bir an bile düşünmedi. Omuzum çıkmış, her tarafım çamurlu ve köpekler tarafından sarılmış bir şekilde yerde kendimi otururken buldum. Köpekler üzerime doğru havlıyor ben ise onlara geri zekalılar sizin yüzünüzden  omuzum çıktı diye bağırıp duruyordum. Tam bir karmaşa. Hani dışarıdan halimi görsem gülebilirdim de ama canım çok yanıyordu ve köpeklere çok sinirlenmiştim. Isırmaları umurumda bile değildi o andan sonra. Sonrasında bir adam (ben uzun bir süre onun ete kemiğe bürünmüş bir melek olduğuna inandım) mucize kabilinden taş atarak köpeklere hücuma geçti ve beni onların elinden aldı. Tut şu kolun ucunu da omuzu yerine takalım dediğim anda da beni oracıkta bırakıp kaçtı gitti. Ben o halde bayırı tırmanıp eve gittim. Sonrasında yine hastane. Neyse ki bu kez geri çevrilmedik. Kolayca ve adeta acısız omuz yeniden yerine takıldı. 3 -4 hafta da askıda kaldı. Sonrasındaki kireçlenme ve tedavi dönemi ise tam bir kabustu.

Şimdi ne tıp bayramı ne de doktorlar günü, sen bize tüm bunları neden anlatıyorsun diye sorabilirsiniz. Anlatayım efendim. Biricik oğlum geçen gün top oynarken düştü ve sol kolunu kırdı. Arkadaşıyla birlikte bahçede top oynuyormuşlar. İlk devre sorunsuz tamamlanmış. Su molası vermişler. Sonrasında tekrar maça başlamışlar. Daha oğlum atak bile yapmamışken topun üzerine basıp sol kolunun üzerine düşmüş. Çok canı yanmış. O kadar yanmış ki ağlamasını durduramamış. Ofisten eve nasıl gittim anlatamam. Anne baba olmak gerçekten de zor bir olay. Gittiğimde hala ağlıyordu. Hemen doktorunu aradık, sonrasında hastanenin yolunu tuttuk. Bizim için çok büyük hastane için oldukça sıradan bir olaydı. Kırık olduğu tespit edildi ve alçıya alındı kolu. Eskinin o benim çok iyi bildiğim alçıları çoktan tarih olmuş. Bu yeni olanlar oldukça ince ve çok daha kullanışlı. Bu sıralar alçının üzerini doldurmakla meşgulüz. Bu sıralar yaptığımız başka bir şey ise eskinin kırık çıkık hikayelerini oğluma anlatmak. O kadar çok anlattım ki bu aralar, oldu olacak yazayım da sizlerde biraz olsun bilin dedim.


Her anı güzel olmuyor. Güzel olsun olmasın kesemize bir anı daha attık. Bende çok olan bu anılardan bir tane de oğlum da oldu. Umarım bir tane numunelik olarak kalır. Tüm çabalarımız onların mutlu olmaları için. Keşke her daim onları koruyabilsek, buna imkanımız olsa ama elimizde olmayan durumlarda yaşanabiliyor işte. Dedim ya anne baba olmak çok zor. O ağladığında benim içim eriyor. Dilerim ve umarım çok güzel günleri olur. Sağlık, mutluluk ve huzur içinde uzun hem de çok uzun yılları olur. Dilerim öyle de olur!  

8 Eylül 2014 Pazartesi

Bol kırık çıkıklı bir kese 1

Yıl 1996. Yer İngiltere’nin en güney noktasında, İngiltere gibi olmayan belki tek yer, sıcak, sıcacık insanların oturduğu, şirin mi şirin bir deniz kenti olan Bournemouth’da yemyeşil bir park. Parkta bulunan biz 3 kafadar Türk ve bizlere karşı futbol maçı yapan Güney Kore eşrafından çekik gözlü çocuklar. O gün derler ya günümüzdeyiz; birbirinden güzel paslar, şutlar, şiir gibi oynuyoruz, adeta döktürüyoruz. Ülkemizden yaklaşık 4000 kilometre uzakta bu Koreli çocuklara karşı ülkemizi en iyi şekilde temsil etmeye  çalışıyoruz. Tabii ki öndeyiz ve maçı alacağımız gün gibi aşikar. Akşam için de programımız hazır, zaferimizi kutlayıp bol bol bira içeceğiz. Bir kaç gol sonra maç sona erecek ve evlere duş almaya dağılacağız. Güzel bir günün ardından bizleri bekleyen daha da güzel bir geceye merhaba diyeceğiz. Daha ne olsun diyor insan içinden. Tam ben bu yoğun ve sevecen duygular içerisinde koşup top oynarken, bu centilmenler diyarı diye bilinen ülkede, maçın böyle tamamlanmasını istemeyen anticentilmen bir Koreli, top yerine ayağımı hedef alıp vurmasıyla maç bir anda sona erdi. Bir elektrik çarpması gibi bir kıvılcım ayak parmağımdan tüm vücuduma bir anda yayıldı. Parmak bir anda şişti. Acı belki dayanılmaz değildi ama doktora gitmeyi gerektirmeyecek kadar da az değildi. Hemen maç bitirildi ve hastanenin yolu tutuldu. Hastanenin yolunu tuttuk ileride de bol bol karşılaşacağınız bir cümle olacak, şimdiden alışsanız iyi olur. Sıra beklendi ve beklememize değecek sarışın oldukça güzel sayılabilecek bir ingiliz doktorun önünde buluverdim kendimi. Bir süre konuştuktan sonra öpüşmeye başladık dermişimmmmmm. Nerdee?? Ayak parmaklarımı inceleyip, kontrol ettikten sonra kırık dedi. Sohbet bitti. Daha birbirimizi yeni tanımaya başlamıştık, nereye gidiyorsun demeye kalmadan bir hasta bakıcı gelip ayak parmağımı bandajlayıverdi. Korelinin yaptığı olacak şey değildi. Bir ara gidip dövelim dedik ama bize yakışmazdı. Sayesinde toe kelimesinin ayak parmağı olduğunu da öğrenmiştim. Ona borçlu bile sayılırdım. İngiltere günlerimin geri kalanı artık kırık bir parmakla geçecekti.

90’lı yıllarda, Galatasaray 9.sınıfta okurken, bir kere de sağ elimin yüzük parmağını kırmıştım. Kaleciydim. Tamam panter gibi değildim belki ama kötü olduğum da söylenemezdi. En azından elimden geleni yapardım. Bu uğurda parmağımı da kırmaktan çekinmemiştim bir maç sırasında. Muhteşem kurtarışım sonrası mecburi olarak revirin yolunu tuttum. Ne olduğu oldukça aslında oldukça açıktı. Parmağımın tırnağa yakın olan boğumu düz değildi, aşağı doğru düşüyordu. Yüzük parmağım sürekli 1 rakamı gibi duruyordu. Boğumdaki kemik kırılmıştı. Acı yine dayanılmaz değildi ama tüm bir ömrü 1 rakamına benzeyen bir parmakla geçiremezdim. Yüzük takmak da ileride problem olabilirdi. Revirdeki hemşire annemi arayıp oğlunuzun eli tutmuyor hemen gelin demez mi? Zavallı annem konuşamamış bile ve telefonu yanındaki babama vermiş. Allahtan ben o devirlerde de, en az şimdilerde olduğu kadar akıllı ve olgundum. Telefonu kapıp babama bir şey yok, parmağım kırıldı yalnızca dedim. Babam gelip beni aldı ve biz yine hastanenin yolunu tuttuk. Hastane tarafı komikti aslını isterseniz trajikomikti. Yalnızca sargıladılar. Sargıların içinde parmağımın bırakın sabit durmasını adeta dans ediyordu. Ertesi gün başka bir doktora daha gittik de bir plastik parmaklık sayesinde sabitlediler benim ufaklığı.

90’lı yıllara 2 kırık sığdırmış olmam aslında şaşırtıcı değildi. Tarih ders almazsan tekerrür eder derler. Ben kolay kolay ders almam, alamıyorum, bünyem buna müsait değil. 90’lı yıllardan bir 20 yıl evvel 70’li yıllarda da yaşamış olduğum 2 kırık vakam daha vardır benim. Ufacık tatlı mı tatlı bir bebek olan beni, üstelik bu kadar çok hareketli olduğum biliniyorken yatakta yalnız bırakırsanız olacağı da budur aslında. Bebeğim ben, ne yaptığımın farkında bile değilim. Muhtemelen uyanmış, seslerin olduğu tarafa gitmek istemiş ve bunun sonucu olarak da kendimi yerde sol kolumun üzerinde bulmuştum üstelik kırılmış bir halde. Zavallı ben, kim bilir ne kadar ağlamışımdır. Miş’li geçmiş zaman kullanıyorum çünkü hatırlayamayacak kadar küçüğüm o zamanlar. Neler çektim, neler oldu bilemiyorum ama illaki bende geri dönülmez bir travma yaratmıştır.

Bir sonraki kırık ise daha dün gibi aklımda, canım o kadar acımış anlayacağınız. Henüz 6’lı yaşlardayım ve sürekli sokaktayım. Bizim zamanımız kesinlikle çok daha keyifliydi ve kesinlikle çok daha sahici. Tüm günü arkadaşlarımızla sokakta geçirebiliyorduk ve daha okula bile başlamamıştık üstelik. Yaşadığımız yerin hemen yanında bir bostan-arsa karışımı bir yer vardı. Genelde bütün bir gün bir topun arkasından koşturur dururduk. Bazen de aslında orada olmaması gereken tekerlekli bir taşıma cihazının üzerine çıkıp kayardık. Biz tüm çocuklar ve yanımızda bizden yalnızca bir kaç yaş daha büyük ağabeylerle o cihazı eğimli bir yerin tepesine çıkarır, sonra da üstüne binip aşağıya doğru kayardık. Evet hem de çok keyifliydi çünkü oldukça tehlikeliydi. Risklerden uzaklaşıp, tehlikelerden kaçar hayatım sanki o olaydan sonra başlamış gibidir benim. Yine kasvetli ve gri bir günde cihazın üzerine bindik ve kaymaya başladık. Kayarken ağabeyler tarafından bizlere öğretilen iki temel kural vardır: Sıkı tutunun ve ayaklarınızı tekerleklerden uzak tutun. Evet ben o gri günde oldukça sıkı tutunmuştum. Tüm dikkatimi aslını isterseniz tutunmaya vermiştim. Ne mi oldu? Sizce? Ayağım tekerleklere girdi ve 3 yerinden ayrı ayrı kırıldı. Ağabeylerden birinin beni kucağına alıp, ağlama, ağlarsan seni eve götürmem demesini bugün bile oldukça net hatırlıyorum. Ağlamamaya çalışıyorum ama ne fayda. Sonrasında ki uzun bir dönemi ayağım alçıda Erol Evgin’nin aaahhh bu hayat çeçilmez şarkısını harflerini hafif değiştirerek söyleyerek geçirdim.

Hayatım yalnızca kırıklarla dolu geçmedi aslını isterseniz. Çıkık konusunda da fena sayılmam hani. Kuşadası Kadınlar Plajında siz siz olun kıyıdan denize balıklama atlamayın sakın. Hatta siz siz olun bilmediğiniz hiç bir yerde ne balıklama ne de çivileme atlamayın. Efendi efendi ve yavaş yavaş girin denize. Avşa Adasında denizin hemen kıyısındaki kumlar yumuşaktır ve deniz göreceli olarak çabuk derinleşir. O yaşlarda, ufacık aklım ve sıfır öngörü ile kıyıdan denize üstelik balıklama atlayarak girmek çok havalı gelirdi bana. İyi de yapardım hani. Gereksiz bir kabiliyet ve aptal cesareti birleşirse sonuç pek de iyi olmuyor. Bugün nasıl da aptalca geliyor. O zamanlar gençtik. Havalı şeyler hoşumuza giderdi. Nereden bilecektim ki Kuşadasındaki o atlayış sonrasında bir kez hariç bir daha yüzemeyecektim.

Kızlı erkekli bir grup olarak başımızda bir kaç kendi halinde öğretmenle birlikte sınıf gezisine çıkmıştık. Yollarda nasıl eğlenmiş, nasıl şarkılar söyleyip ne yaratıcı gösterilere imza atmıştık inanın anlatamam. Oldukça hareketli ve eğlenceli geçen bir otobüs yolculuğundan sonra otele varmış, odalara hızlıca yerleşmiş, mayoları giyip kumsalın yolunu tutmuştuk.

Sınıf arkadaşlarım beni ilk defa yüzerken göreceklerdi. O dönemlerde yaptığım en iyi iş yüzmekti. Galatasaray’ın yüzme takımı lisanlı yüzücüsüydüm bir zamanlar. Ayıptır yazması (neden ayıp olacaksa!!) madalyalarım bile vardır benim. Sonrasında önce yine Galatasarayın sutopu takımına seçilmiş sonra ev ile antreman yeri arasında gidip gelmek çok olduğundan Ortaköy’de bulunan ve o zamanların açık ara en iyi sutopu takımına sahip Yüzme İhtisasın sutopu takımına girmiştim. Yüzme de kraldım anlayacağınız. Sonraki yıllarda Galatasaray Adasında yıllarca kürek sporu ile de ilgilendiğimden vücudum da oldukça iyi sayılırdı o yıllarda. Daha ne olsun? İyi, yapılı ve gösterişli bir vücut, muhteşem bir yüzme yeteneği ve zaten doğal yakışıklılığım. İşte ben biraz dahası da olsun dedim. Bu üç alandaki dikkat çekiciliğimi, denize balıklama atlayarak taçlandırmak da istedim. İyi de bok yedim. Vezir olmaya çalışırken rezil oldum. Bu son aptallığım olmadı belki ama hayatımın bundan sonraki dönemine etkisi hep ve olumsuz olarak devam eden bir aptallık oldu doğrusu. Geriye hani bazen insan bakıp da pişmanlık duyduğu olaylar görür ya geçmişinde, benim tüm hayatım boyunca pişmanlığını duyduğum bir kaç olaydan bir tanesidir o akşam üzeri ve sonrasındaki günde Kadınlar Plajında yaşadıklarım. Geriye dönebilseydim o iki günde yaptıklarımı değiştirmek hem de çok isteredim.

Neler mi oldu? Anlatacağım efendim ama hem o konu ve hem de sonrasında anlatacaklarım az sayılmayacak kadar çok. Bu nedenle kırık çıkıklarla dolu anılarıma ufak bir ara veriyorum. Yakında, pek yakında, kaldığımız yerden  devam etmek dileklerimle huzurlarınızdan çekiliyorum. Sağlıcakla ve hem mutlu kalın!

21 Ağustos 2014 Perşembe

İki ayrı gün, iki ayrı konser, tek bir usta

Ellerim gözlerime bugüne kadar hiç bu kadar büyük görünmemişlerdi. Hani sanki bütün vücudum elim özeline indirgenmişti. Oturduğum yerde gülücükler saçarak beni nasıl bilirsiniz sorusuna sanki tüm beni tanıyanlar eli büyüktü, hatta çok büyüktü diyecekler gibi hissedip duruyordum. Nereye koyacağımı bilemediğim ellerimi, sanki milletin dikkatini daha da çekmek istercesine sürekli hareket ettirip duruyordum. Önce birleştiriyor, sonra birbirlerinden ayırarak her birini ayrı ayrı masaya koyuyor, saniye geçmeden tekrar hareketlendirip biriyle kulağımı kaşıyor, diğer teki ile saçımı düzeltiyordum. Elimde değildi, engel olamıyordum kendime. Muhtemelen bir orkestra şefi bile elini benim hareket ettirdiğim kadar hareket ettirmiyordu bir konser sırasında. Çok değil yalnızca bir kaç dakika önce kalabalık bir insan selinin çıkardığı uğultu arasında kulağa oldukça hoş gelen bir müzik başlamış ve bu muhteşem notalar karşısında kalabalık ister istemez belki yalnızca meraktan veya belki de yalnızca öyle yapmaları gerektiğini sanmalarından sessizleşmeye başlamışlardı. Hemen ardından bizlere haydi bakalım diye komut gelmişti.  Haydi bakalım! Gerçekten de bir haydi bakalım bilinmezliğinde ama bir kadar da sıcaklığında yürümeye başlamıştık. Zaten bu yürüyüşümüz ne mutlu bize ki şimdiye kadar hem aynı tatta olmaya devam etti, umarım haydi bakalım tadımız hep böyle devam eder. Sinir bozucu bekleyiş sona ermiş, buna karşılık heyecan bir o kadar daha artmış olarak suratlarda zoraki midir yoksa bugüne kadar hep böyle olduğundan mıdır yoksa aşırı heyecandan mıdır bilemediğim bir tebessüm ile ve oldukça ağır adımlarla adeta dura dura yürümeye başlamıştık. İlk gördüklerim ister istemez en değer verdiklerim oldular. Doğduğum anda ilk gördüğüm, ilk tanıdığım, ilk kokularını duyduğum, her daim eksikliklerini hissettiğim canlar en az benim kadar heyecanlıydılar. Gülerek bana güç veriyorlardı. Ben büyürken, boy atarken, koşarken, düşerken, sınıfları geçerken, bayramlara, doğum günlerinde, yaş alırken bana eşlik eden akrabalar hemen sonrasında fark ettiklerimdi. Sıcak, hem de sıcacıktı yüzleri. Ağlarken, sevinirken hep daim yanımda olan arkadaşlarımın ise bazılarını görebildim o kısa yürüyüşte. Arada bir tek tük göze çarpan iş çevresinden kişiler ve komşularda olmadı değil hani. Bunlar dışında kalanlar ve yalnızca resmi tamamlayan diğer parçalar olarak tanımlayabileceğim grimsi alan ise bütün hayatım boyunca bir ya da en fazla iki kere gördüğüm yabancılar ile bugüne kadar hiç görmediğim hepten yabancı kişilerdi. Gabriel Faure’nin muhteşem Pavane parçasının notaları kulaklarımıza erişirken Mayıs ayının Mayıs ayına yakışmayacak soğukluktaki bir gününde bizler evlilik yolunda ilk adımlarımızı atıyorduk birbirimizin dünyalarına. Neden ellerime o gün bu kadar takmıştım hala hiç bir fikrim yok. Heyecan bu olsa gerek.

Şişli Evlendirme Dairesinde Cuma gününün son nikahını almıştık, üstelik tarih sırf ben ileride unutmayayım diye de 20.05.2005 idi. Bak kaç koca uzun sene geçti gerçekten de hala unutmuş değilim. Eşim gerçekten de işini biliyor. Eşimle düğün yapıp yapmama konusunda önceleri biraz araştırma yapmış, alternatifleri değerlendirmiş, hatta sanatçı olarak kimi düğüne getirebiliriz onu bile konuşmuş ve sonrasında antat kalmıştık; düğün için büyük harcama yapmayalım yerine o parayı başka ihtiyaçlarımız için kullanalım. Ben düğün yapıp muhtemelen kimsenin çok da mutlu olmayacağı, dedikodu yapma fırsatı yakalayacağı bir düğün organizasyonu için para saçma isteğinde değildim. Müstakbel eşimin de aynı fikirde olması nasıl büyük bir saadetti anlatamam. Düğün yerine arayı biraz bulmak ve eşimin muhteşem gelinliği ile daha çok vakit geçirmesine olanak sağlamak adına oldukça şık bir o kadar rafine bir kokteyl düzenlemiştik evlendirme dairesinde. Bugün hala o gün yediklerini konuşanlar mevcut, düşünün o kadar yani. İçkileri biz almıştık ve yok yoktu. Müzikler bile bizim seçimlerimizdi. Ses sistemini bile bizim kurduğumuzu söylemeye sanırım hiç gerek yok. Anlayacağınız sıradan bir evlendirme dairesi organizasyonu değildi. Yer onların ama gerisi bizimdi. Nikah şekeri dağıtmamış yerine sevdiğimiz parçaların yer aldığı (yine bizim yaptığımız) ve üzerinde isimlerimizin ve evlenme tarihimizin olduğu birer müzik cdsi hediye etmiştik. Fotoğrafçılar gırla etrafta cirit atmış  ve durmadan fotoğraflar çekmişlerdi. Daha ne olsun değil mi? Değilmiş efendim. O güne kadar kadınları anladığımı sanırdım meğer anlamaktan hem de çok uzaktaymışım. Meğer eşim aslında düğün istermiş. Bunu bir şekilde anlamam gerekirmiş. Anlayamamıştım.

O günlerde düğünümüz için çağırmayı planladığımız kişi Ferhat Göçer’di. O zamanlarda adı yeni yeni duyuluyordu. İlk albümü henüz çıkmamıştı. O zamanlarda Pizza Pino gibi bazı restoranlarda sahne alıyor, firmaların özel gecelerine katlıyordu. Eşim bir çok organizasyonda onu bir çok defalar kullanmıştı ve bizden çok da para istemeyeceğini düşünüyorduk. Ben ise kendisini çok daha öncelerden tanıyordum. Taaaa Ege Bar’da Turkuaz ile birlikte çıktığı dönemlerden. O zamanlarda bence en iyi dönemleriydi. Bir Münir Nurettin okurdu, sanırsınız üstat özel izinle o geceye katılmış. Ben arya dinlemeyi çok ama çok severim ve Turkuaz grubu bu işte çok ama çok iyi idi. Bir ara iyice Ege Barın müdavimlerinden olmuştum. Eğlenceli güzel günlerdi. Bir kaç kez Turkuaz grubu ve Ferhat Göçer ile aynı sahnede şarkı söylemişliğim bile var, düşünün artık. Doğal olarak ben de düğünümde böylesi bir sesi bulundurmaktan ancak mutluluk duyabilirdim. Sonrasında tabii ne Ferhat geldi ne de zaten bir düğün oldu.

Geçenlerde Harbiye Açıkhava’da önce Erol Evgin’in hemen ertesi günde de Ferhat Göçer’in konserine gittik. Bizim için inanılmaz bir değişiklikti. Düşünün ki yıllar olmuş biz konserlere gitmeyeli ve sanki Açıkhavanın kombinesini varmış gibi iki gün arka arkaya konsere gidiyoruz. Eski yıllarda yol kenarlarına arabaları koyardık, döndüğümüzde şanslı isek arabalar yerinde dururdu. Çoğu kere de çekilmiş olurlardı. Arabasız gitsek taksi bulmak zor olurdu. Sonra sonra biraz uzak da olsa bir otopark bulmuş ve hep oraya koymaya başlamıştım. Yollar değişmiş, eski otoparklar yok olmuştu yine zaman içerisinde. Zaten neler değişmiyor ki. Ülkenin insanı değişmiş yollar değişmiş çok mu ki? Alt zemine otopark yapmışlar, ne de güzel yapmışlar. Hiç bir sıkıntı çekmeden arabayı park ettik ve keyiflice Açıkhavanın yolunu tuttuk. Yerleştik. Işıklar kapandı ve konser başladı. Erol Evgin konseri tek kelime ile muhteşemdi. Bilmediğimiz çok az parça vardı, hemen hemen hepsine bağıra bağıra eşlik ettik. Arka panelde gösterilen filmleri izledik, arka arkaya konulan fotoğraflara baktık. Fıkralar dinleyip bol bol güldük, anlatılan hikayeler ile kah hüzünlendik kah sevindik. Her yönü ile her bir duyumuza hitap edilmiş bir konserdi. Bizimle nasıl bütünleşti inanamazsınız. Hani sanki konsere değil de büyük bir evin bahçesine gelmişsiniz de onunla muhabbet ediyormuşsunuz gibiydi. Konserin bir anında, Erol Evgin Aldım başımı gidiyorum adlı şarkısını söylerken, eşim ben gidip sahnede kendisini kutlayacağım dedi. Şaka gibi ya. Ben de boş bulunup yapamazsın dedim. Demez olaydım. Meğer kendisi de bu gaz cümlesini beklermiş. Sen kalk ve sahneye doğru kararlı adımlarla inmeye başla. Şarkının bitimiyle sahneye çıkıp kutladı da. Yok artık Lebron James diye bağırmak istedim o an. Bir yandan da koruma görevlileri onu kesin alacaklar sorunu nasıl çözerim onu düşünüyordum. Eşimle bir şeyler yapmak hep çok keyiflidir çünkü onun ne yapacağı, kiminle dalaşacağı, kime kafa tutacağı ve başını nasıl bir şekilde derde sokacağı hiç belli değildir. Çok şükür bu sefer Erol Evgin’in anlayışı sayesinde sorunsuz bitti. Sahne tozunu ve ışıklarını yakından gördükten sonra eşimin iyice kafası karıştı ve bizim oturduğumuz yeri bulamadı. O ana kadar kimsenin görmemesi için yerine iyice gömülmüş olan ben, ister istemez herkesin dikkatini fazlasıyla çekerek eşime yerimizin nerede olduğunu göstermeye çalıştım. Yerine gelince teşekkür edip, özür dileyeceğine resmimizi çektin mi demez mi? Ben de hiç bir erkek, eşinin Erol Evgin bile olsa, bir erkeği öperken fotoğraflamak istemez dedim ve konu kapandı. O gece çok eğlendik. Yalnız Erol Evgin’in konser sonunda tetkikler ve tahliller iyi olursa, seneye tekrar burada görüşürüz demesi bütün morallerimizi alt üst etti. Umarım çok iyidir ve yalnızca kontrol amaçlı olarak bunları yaptırıyordur. Onun daha nice konserlerini izlemek çok isterim. Uzun bir süre İstanbul Gayrettepe’de bir otelde sahne almış ve ben gitmeyi hiç düşünmemiştim. Salaklık etmişim. Bir kere gitsem kesin nerede olsa onu takip ederdim, o kadar eğlenceli ve güzel bir konser oldu bizler için.

Ertesi gün aynı coşku ve istekle yolumuzu tuttuk. Arabayı yine aynı yere park ettik ve yerimizi aldık. İlk parça Puccini'nin Turandot operasının belki de en ünlü aryası olan Nessun Dorma idi. Fena değildi ama bir şeyler eksik gibiydi. Yıllarca bu sesi dinlemiş biri olarak söylüyorum sonrasında da söylediği tek bir parçayı bile beğenmedim. Kötü söyledi. Arya söylemek demek bağırmak demek değildir. Bizimkisi bağırdı durdu, adeta şarkıları döverek söyledi. Kaç arya da gözlerimin yaşardığı bilen ben, konser sırasında bir kere bile duygulanmadım. Erol Evgin ne kadar bizimle bir bütünlük sağladıysa Ferhat Göçer bir o kadar mesafe koydu. Erol Evgin’in canları olan bizler Ferhat Göçer için Harbiyesi idik. Haydi eller havaya Harbiye! Tüm konser sırasınca protokol ile konuştu durdu. Ama nasıl konuşma, nasıl bir yağ çekme, nasıl bir neyse işte anladınız siz ne demek istediğimi. Her bir şarkı arasında ayrı ayrı protokolde bulunan birilerini poh pohladı durdu. Yok şu adam böyle büyük bir adam, yok bu adam söyle yardımsever, yok böyle vizyoner ... Bir ara iyice abartı ve taverna tadında ....hanımlar da burdalarmış, bu ne şıklık gibisinden sözlere başladı. Vıcık vıcık bir üsluptu, onun adına ben utandım. Tam bir protokol konseriydi anlayacağınız. Eminim Hıncal Uluç konser hakkında çok iyi şeyler yazacaktır, sürekli poh pohlandı durdu. Bana göre ise teknik açıdan konser çok kötü idi, seyirci ile kaynaşma açısından ise bence rezaletti. Daha da kötüsü üyesi hatta yöneticisi olduğu derneğin yaptığı bir yardımı gözümüzün taaa içine kadar sokmasıydı.  Yapılanları anlattırdı, kocaman sembolik bir karton çeki de yanında tuttu durdu. Hadi kendisi bilmiyor, hiç mi kimse ona yardımın reklamın yapılmayacağını, yapılırsa çok çiğ kaçacağını söylemedi. Sağ elin verdiğini sol elin görmesin atasözünü hiç mi duymadı ömrü boyunca? Hadi peki içi içine sığmadı ve bir şekilde bu yardımı yaptığını, organizasyonunda görev aldığını paylaşmak istedi ki bunu yapmasının bence bir bahanesi olamaz, neden her bir kişiye başka neler yaptınız, anlatın anlatın yaptıklarımız bilinsin gibisinden zorlamalarda bulundu inanın anlayamadım. Zamanında onu bu kadar izleyen, takip eden, seven bir kişi olarak onun için çok ama çok üzüldüm ve adına utandım. Tarzı ve üslubu da çok kötü idi. Nasıl anlatsam bir hazmetme sıkıntısı var gibiydi. Zamanında çok ezildiğinden muhtemelen olsa gerek ezmeye çalışır tavırlardaydı. Belki heyecandandır diye ümit ediyorum ama arkasında yer alan ekibe davranışları küçümser ve çoğu kere emreder bir havadaydı.  Erol Evgin ne kadar aşmış görünüyorsa bizimkisi o kadar sinir bozucu ve kaba görünüyordu. Arkasındaki ekibe ama söz yok. Bence muhteşem bir müzik yaptılar. Bizimkisi ise çakma il maestro pozlarında oldukça yapmacık ve bir o kadar da oraya ait değilmiş gibiydi. Onu izlemeye gelen bu kadar insana bence ayıp etti. Ben büyük konuşmayayım ama onu izlemeye bir daha gitmem. Yolu açık olsun. Umarım zamanla çok daha samimi olmayı öğrenir. Eğer tüm bunları yalnızca heyecandan yapmışsa ki olabilir, bence o zaman göz önünde bulunan biri olarak daha profesyonel bir davranış sergilemeli(ydi), kendi bunu beceremiyorsa bir uzmandan yardım almalı(ydı) diye düşünüyorum.

Nereden nereye ... Nikah gününden, elin adamının dedikodusuna. İki ayrı gün, iki ayrı konser, tek bir usta  tadında bir yazı yazmak istemiştim ortaya bu çıktı. Umarım beğenmişsinizdir. Bu arada belki de uzunca bir aradan sonra gittiğimizden olsa gerek Açıkhava’da konsere gitmek bir hayli keyifliydi. Özlemişim, özlemişiz. Umarım daha nicelerine hep beraber ailece gidebiliriz. Bizler kendi adımıza anı kesemize anı toplamaya devam ediyoruz. Daha nicelerini dileyerek aranızdan şimdilik ayrılıyorum.

Sevgi ve saygılarımla,

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Tatil Köyü yerine huzurlu bir köy tatili ...

Yonca Lodge


Bizim evde her sene aynı telaş, aynı endişe ve aynı koşuşturmalar olur her bir tatil öncesinde. Sene de bir kere gidildiğinden olsa gerek, iyi olmalıdır, ekonomik olmalıdır, kolay gidilebilmelidir, denizin dibi olmalıdır, çok sıcak ve çok soğuk olmamalıdır. Sırayla ve üşenmeden bir çok alternatif değerlendirilir ve genelde bu kıstaslara uygun birbirinin aynı, ya da hadi benzer diyelim, yerler tercih edilerekten aynı tatiller yapılır çoğu sene. Artık şaşırmayacağınız üzere çoğu yere eşim karar verir. Nedeni benim pasif hareket ediyor olmamdan ziyade, bir de tatilde olası yanlış bir tercihten ötürü dırdırlanmasının önüne geçmektir. O seçer ve tüm sorumluluk onun olur. Ben genelde hem parayı öder ve hem de elimdeki ile mutlu olmaya çalışırım. O ise beğenmediği bir şey olursa, kendi tercihine bile laf atmaya devam eder. Çok keyifli anlardır öylesi anlar. Bir nevi kendi kendisiyle çarpışıyordur ve yenen olmayacaktır. Uzun bir seyir zevki anlayacağınız. Eşimin tüm organizasyonu üstlenmesinin bir diğer artı yanı ise tüm organizasyonu, santim santim onun yapması, onun planlamasıdır. Ben amaç denklemini kurarım ve yaklaşık bütçe ile olmazsa olmazları belirlerim. Gerisi onun işidir. Uçak ve otel rezervasyonları, bavulların hazırlanması, gerekli olan alışverişler,  gidilecek yerde yapılacaklar, ilgili transferler... Biliyorum hayatım çok zor ama alıştım artık. Beni dert etmenize gerek yok.

Bu sene eşim kendini aştı. Çok iddialı ve damdan düşer gibi olacak biliyorum ama tüm senelerin uzak ara en güzel tatilini yaptırdı bizlere. GÖCEK ADASI: SEN KALK, CENNETTEN KOPUP BURALARA GEL ... yazımı okumuş olanlarınız bu adayı hatırlayacaklardır. Bu muhteşem adada çok keyifli anlarımız olmuştu. Eşim aradı, taradı ve sonunda bir nevi içinde yaşanabilecek, kalınabilecek bir Göcek Adası buldu bizlere. Size kişisel ve şiddetli bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Bütün işlerinizi bir kenara bırakın, artık yapmayın, ya da en azından ara verin ve kalkın Fethiye yakınlarındaki Yonca Lodge’a tatil yapmaya gidin. Hani yeryüzündeki cennet sözü sanki bu şirin yer için söylenmiş. En son ne zaman yalnızca siz istiyorsunuz diye bir şey yaptınız? Bu yere zaman kaybetmeden yalnızca siz istiyorsunuz diye gidin. Kendinizi şımartın ve gidin.

Küçük hem de çok küçük ama öyle bir şirin öyle bir güzel ki, kolay kolay ayrılmak istemeyeceksiniz. Hani anlatılmaz yaşanır derler ya kaldığımız yer işte böyle bir yerdi. Ne kadar anlatsan o dinginliğini, o huzur veren ortamını, sakinliğini, güzelliğini anlatamam. Ben böylesi huzur dolu, sakin ve bir o kadar güzel bir tatil çok uzun bir süredir yapmamıştım. Bir kere her yer yeşillik ve ağaçlık. Çeşme’de arkadaşlar kavrulurken, biz Fethiye’de hadi o kadar geldik bari bir denize girelim diyorduk. O kadar ağaçlık ki sıcaklar gelip size ulaşamıyor bile. Tesis ağzına kadar dolu olsa bile ancak 36 kişi kalabiliyor tüm tesiste. Toplamda hepi topu 14 oda mevcut. Buna karşılık her yer hamak dolu. Kumsalda pavillon’lar var ki bir de beleş. Tatil köylerinde terbiyesizler, buraların kullanımını ayrı ücretlendiriyorlardı. Burada ise sebil. Beğenmedin git diğerine yerleş, olmadı eşin birine sen diğerine yerleş. İdeal durum bu aslında, böylelikle sessizliğin tadını çıkararak, dırdırdan uzak kitap okuyabilirsin ama her idealin aslında çoğu kere içinde ütopyayı barındırdığı gibi bu da gerçeğe çok uzak bir durum. Ama işte başarabilsen bu imkan bile var düşünün artık.

Her yer tavuk, ördek, kaz, horoz ve civcivlerle dolu. Kedi ve köpek olmazsa tabii ki olmaz. Onlar da vardı. Tam yanımız sazlıktı mesela. Sazlıkta kurbağalar, değişik değişik ses çıkaran börtü böcekler. Tam bir görsel, duyusal ve ruhsal şölendi. Hep tatil köyüne gitmeye alışık olan bizler, belki de ilk defa köy tatili yapıyorduk hayatlarımızda. Alışık değildik ama pek sevdik. Gerek temizlik, gerek ilgi ve alaka, gerek konum, gerek denizi ve havuzu ve gerekse ücreti bakımından dört dörtlüktü.

Bir kere tüm yemekler için kullanılan malzemeler bizzat yanınızda gördüğünüz bahçelerdendi. Roka salatası istiyorsunuz mesela, gidip toplayıp yapıyorlar. O gün tutulan balık varsa akşam balık siparişi verebiliyorsunuz. Ama dert etmeyin hemen yanınız bahçe olduğundan tabii ki aç kalmıyorsunuz. Ev yapımı bir elma-ayva reçeli vardı ki, yok böyle bir şey, ilk tadımımla beraber inanın lezzetinden ve bu tadın içimde oluşturduğu mutluluktan bir anda gözlerim doldu. Hem ağladım, hem yedim, hem ağladım, hem yedim. Ben bunu kaldığım günlerin tamamında hep yaptım. Eşim bir ara yeter demese bu eylemi yapmaya devam edecek ve her gün ayrı bir kavanozu bitiriyor olacaktım.

Siz akşam yemeklerini, ya da kahvaltıları kumlara basarak yemenin keyfini hiç tattınız mı? Düşünün güzel soğuk bir beyaz şarap, yanında deniz mahsulleri ile dolu bir masa, aileniz ile birlikte, kumlara basarak, dalgaların sesi altında yemek yiyorsunuz. Ya da denizden yeni çıkmışsınız ve masa hazır sizi bekliyor. Üzerinize bir şeyler giyip öğle yemeğinizi kumsalda, ağaçların altında yine kumlara basarak ve soğuk bir bira ile birlikte alıyorsunuz. Hele ki kahvaltılar. İnsanın hemen sabah olsun da yeniden yemeğe başlasam dedirten bir ziyafet, adeta bir şölen. Önce bir deniz sefası ve sonra kurulanıp kahvenizi yudumlamaya başlıyorsunuz. Kahvenin çekirdekleri hemen yanı başınızda çekiliyor ve hazırlanıyor. O kadar taze ve bir o kadar leziz. Şaraplar Antalya yöresinden benim her zaman için bayıldığım ve severek tükettiğim Likya şarapları. Cabernet’si, Merlot’su hepsi bizimleydi. Biralar Tuborg, normali de var malt olanı da. En önemlisi her daim buz gibi. Rakı olarak Yeni Rakı’da mevcut, İzmir de. Ben Yeni Rakıyı tercih ettim. Hep tatil köylerindeki düşük kaliteli içkileri bilen bir kişi olarak daha ne olsun diyor insan. İçtikçe içesi geliyor doğal olarak. Yemek servisleri bile ağırdan ağırdan yapılıyordu. Sanmayın ki yetişemediklerinden. Şehir hayatın koşuşturmasına ve telaşına inat servisler özellikle yavaştı. Bizlere içkilerimizi yudumlayıp, tadına vararak sohbet etme şansı veriyorlardı sanki ve kasıtlı olarak. Ne mi yaptık? Durmadan denize girdik, bir o kadar da yedik ve içtik. Bol bol sohbet ettik. Her şeyden evvel çok iyi ağırlandık. Bizler orada müşteri değil misafirdik. Bunu gerçek anlamda bizzat hissettik, yaşadık. 

Gelen herkesin herkesle muhabbeti,selamlaşması vardı. Huzur ortamı öyle bulaşıcıydı ki, geldikten bir kaç sonra aura renginiz bile değişip, ermiş bir insanın olgunluğuna eriyordunuz. Yüzlerde bir tebessümle ortamın tadını çıkarmaya başlıyordunuz. Yerlisi, yabancısı herkes huzur potasında eriyip, yenileniyordu. Belki şaka gibi gelecek ama sanki herkes, herkesle beraber tatile gelmiş gibiydik. Sanki bir olmuştuk. Öylesi bir huzur ve dinginlik. Ben daha ne yazabilirim ki bunun üstüne.

Oğlum bulunduğumuz süre zarfınca neredeyse hiç denizden ve havuzdan dışarı çıkmadı. Denize de doydu, güneşe de. En azından belli bir süreliğine. Bütün gün boyunca tüm enerjisini harcadı durdu. Tüm senenin pineklemesini bir kaç günde üzerinden attı. Akşam yemekleri sonrasında ise hemen uyuyakaldı her defasında. Biz de eşimle birlikte bilgisayardan daha önceden yüklediğimiz diziyi seyrettik akşamları.

Bu tatil bize çok iyi geldi. Dinlendik, eğlendik, bol bol yedik ve yüzdük. Ne stres kaldı, ne sıkıntı, ne de telaş. İhtiyacımız fazlasıyla varmış. Oğlumun bu süre zarfında, gözlerindeki mutluluk ve ışıltı ise paha biçilmezdi. Anı kesemize bir kaç gün daha atıverdik. Ne mutlu bizlere ve daha nicelerine ...

1 Temmuz 2014 Salı

Dünya Kupası

Bir süredir eskisi kadar sık ve güncel konulardan yazamadığım malumunuzdur. Nedenini bir önceki mesajımda uzun uzun açıklamaya çalışmıştım. Şartlar açıkçası hiç ama hiç değişmedi. Üstelik daha da ağırlaşarak devam ediyor. Seçimler, tercihler, ihtiraslar ve kişisel çıkar oyunları uzak değil hemen yanı başımızdaki sonbaharda ülkemizde yaşanmamış şeylerin yaşanmasına neden olabilecek gibi görünüyor. Kuzeyimizde ve güneyimizde yaşanan kirli oyunlar ise yalnızca acı vermekte. Birileri daha iyi şartlarda yaşasınlar, standartları aman değişmesin diye nice canlar yitip gidiyor tarih sahnesinden. Tamam tabii ki can candır ama en dayanamadığım çocukların yaşadığı dramlar. İnsan yeter diye bağırmak ve hatta isyan etmek istiyor. Bir şey yapamıyorum, bir şey yapamıyoruz. Ne kadar da acı. Çaresizlik ve çaresizlik seviyesi ile doğru orantılı gelen haberler. Her gün bir başka dram, bir başka iç acıtan haber. Allah yardımcıları olsun.

İş desen hep aynı. Acımasız bir kıyım sistemi, çarklarını döndürmeye ve bizleri modern köleler durumuna getirmeye devam ediyor. Her gün, her hafta ve hatta her ay yaptığım birbirinin kopyası işler. Farkında değil misiniz hep aynı arabaları kullanıyor, aynı benzer yerlere tatillere gidiyor ve hep aynı birbirinin kopyası hayatları yaşamaya devam ediyoruz. Orijinallikten, yaratıcılıktan uzak tekdüze hayatlar. Herkes ya çocuğunu en iyi okulda okutmak için varını dişine takıyor ya ev veya araba kredisini ödemek için veya tüketici kredilerini azaltmak için. Hayattaki amacımız nedir diye bırakın bilmeyi bunu sorabilen bile yok. Düşünün işte o kadar endişelerle dolu bir hayat yaşar vaziyetteyiz. Bu endişe kapsüllerini bizlere aşılayanlar ne kadar da başarılılar. Varsa yoksa geleceğimizi ve hatta şimdimizi güven altına alma çabası ve bu uğurda keyfine varılmadan geçip giden yıllar. İşte bu şartlar altında ben yazamıyorum. İçimden gelmiyor.

Bununla beraber bu sıralarda söylemeden geçemeyeceğim bir eğlencem de yok değil hani: Dünya Kupası. Tamam futbol severim ve keyifle izlerim ama bu konuyu bu satırlara ekleme nedenim bu keyfiyetimden kaynaklanmıyor. Peki neden mi ekledim? Bir dünya kupasını ilk defa oğlumla birlikte seyrediyorum. Nasıl ama nasıl keyifli sizlere anlatamam. Hatta şu kadarını söyleyebilirim; benim için bugüne kadarkilerin en güzeli, en unutulmazı oluyor. Öncelikle kupa öncesi biriktirmeye başladığımız Panininin sticker ve kartlarını neredeyse tamamladık.  Hatta tamamlama işini o kadar abarttık ki en az birer tane daha ilave dosya tamamladık sayılır. Bu nedenle katılımcı takım ve oyuncular hakkında fena sayılmayacak bilgi birikimimiz de oluşmuş oldu. Kim hangi ülkede ve/veya hangi takımda oynar, kim kimden daha iyi oynar, pozisyonları nedir gibi bir çok soruya çok rahat cevap verebilecek bilgilerle donanmış bir şekilde ekran karşısında aldık her defasında yerlerimizi. Hava sıcak olmasına rağmen aynı koltukta yan yana seyrediyor olmamız ise benim için her defasında paha biçilmez bir mutluluk oldu. Doğal olarak favorilerimiz de oluyor her maç öncesi. İnanın kolay kolay hiç bir taraftarın destekleyemeyeceği şekilde destekliyoruz favori takımımızı. Bir gün Brezilyalı oluyoruz bir başka gün Arjantinli. Bir gün Neymar Jr diye bağırıyoruz bir başka gün Messi. Bir gün İniesta ve İspanya için ağlamaklı oluyoruz bir başka gün Uruguay için ucuz atlattık diyoruz. Her gol sonrası önce bulunduğumuz koltuğun üzerine çıkıp zıplamaya başlıyoruz. Hemen akabinde de tshirtlerimizi çıkarıp çılgınca sallıyoruz.  Son olarak da iki dizimizin üzerinde kayıp yumruk show yapıyoruz. 

Geçenlerde İtalya & Uruguay maçı esnasında bir yemek programım vardı. Şirketten çok sevdiğim bir arkadaş başka bir firmaya geçiyordu ve onun için yemekli bir program yapmıştık. Ben bir yandan yemekli programa gitmek çok istiyor ama bir yandan da oğlumla maç seyretme zevkini kaçıracağımdan istemiyordum. Mix feeling yine anlayacağınız. Sonra bir mucize oldu ve bizim evimizi de kapsayan bir alanda elektrikler kesildi. Bedaş ile konuşmam sonrasında elektriğin ancak akşam on gibi geleceğini öğrendim. Tüm akşamı karanlıkta geçirmelerine ve oğlumun maç seyredememesine razı olamazdım. Arkadaşımdan özür diledim ve program yerine evin yolunu tuttum. Maç yayını yapan bir yerde bir yandan afiyetle yemeklerimizi yerken bir yandan da maçı seyrettik. İlk yarı iyi ki gol olmadı yoksa çıplak bir vaziyette tshirt sallamak zorunda kalacak ve bir çok meraklı bakışa maruz kalacaktım. Çok şükür o akşam biz yine çıplak tshirt salladık.

Favorilerimize gelince... Biz de favoriler takımdan ziyade kişilerden kaynaklı belirleniyor. Messi sayesinde Arjantin, Neymar sayesinde Brezilya, Muslera sayesinde Uruguay. Almanya mı Fransa mı? Belki evet şampiyon olacaklar ama eğer Arjantin, Brezilya yada Uruguay’a karşı oynayıp kupayı alırlarsa bilin ki bizim evde zıplama ve tshirt sallama olmayacak. Şili ve Costa Rica ne kadar iyi oynayıp ne kadar sürpriz yaparlarsa yapsınlar bizim için fark etmez. Biz onları sembolize edebilecek kişileri tanımadığımızdan favorilerimiz olamadılar. Bravo iyi çıktı ama artık bir başka kupaya. Şili her ne kadar maç sırasında tutmuyor olsak da çok iyi idi. Tam bir orta saha takımı. Muhtemelen kaleci hariç tüm oyuncuları orta saha oyuncularından devşirme idi. Brezilya’nın defansı iyi idi ama forvet hattı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Diğer taraftan artık biliyorsunuz ki oğlum oldukça erken kalkar. Güneşi üzerine doğurmaz. Böyle olunca da akşam 8-8:30 gibi de doğal olarak uykusu gelir. Uykusu geldiğinde de zaten hep minimum seviyelerde olan dikkat seviyesi de eksilerde seyretmeye başlar. Bu da tehlike demektir. Maçlar başladığından beri ister istemez akşam yatışları maç bitimlerine ötelenmeye başladı. Tehlikenin zırt dediği yerde işte tam burası. Normal maç bitişlerinde yatması bile yaklaşık 45 dakika geç yatması demekken ya maç uzarsa? Hatta ya penaltılara kalırsa? Bu göze alınacak bir durum olamazdı. İlk penaltılara kalınan maç da tehlikeyi önceden gören bir baba olarak daha maçın normal süresi biter bitmez vay be, koskoca Brezilya maçı berabere bitti. Hadi bakalım yatağa diyerek bir oldu bitti ile, zaten uykusu geldiğinden, bir anlık şaşkınlığından yaralanarak onu yatırdık. Ertesi gün ise büyük bir keyifle penaltıları izledik. Akıllı bir çocuk olan oğlum şak diye aslında maçın bitmediğini bu şekilde de anlamış oldu. Geleceğim nokta şu ki maçın son anlarında ilk başta favorim olsun olmasın hiç fark etmez önde olan kimse oğlum için ben onu tutar oldum. Uzun sayılabilecek bir süre Hollanda'da yaşamış bir kişi olarak işte sırf bu sebepten Meksika'yı maçın bir süresinde tuttum. Sonrasında gelen beraberlik golünden sonra ise golü bizim çocuk atmış olmasına rağmen önce içimden küfürler ettim ama sonrasında gelen golle gerçekten de sevinçten deliye döndüm. Anlayacağınız kupada tuttuğumuz takımlar evdeki dengele göre hep değişebilmekte. Fanatik olmamak güzel bir şey.

Bence ama turnuvanın en dikkat çekici yanı kalecilerin başarılarıydı. Aklımda bir sürü ülkenin başarılı kalecileri kalırken aynı durumu başka mevkilerde oynayan oyuncular için söyleyemiyorum. Bu kupa en azından şimdiye kadar ve bana göre kalecilerin kupası oldu gibi. Hepsi birer yıldıza dönüştüler. Julio Cesar’ın yeri ise bir başka. Şili maçında taşıdığı yük hiç de kolay değildi. Düşünün ev sahibi olduğunuz bir turnuvada ve favori iken maç sürpriz bir şekilde penaltılara kalmış. Vücudundaki adrenalin düşünebiliyor musunuz? Penaltı atışları öncesi ağlamaya başlaması zaten bunun tezahürüydü. Çok da başarılı kurtarışlar yaptı. Şili’ye sempati bile beslemeye başlamış olsam da Cesar için çok ama çok sevindim. Bazen bazıları şanslı olurlar. Yıldızlar, gökler, dualar hep ondan yana olur. Cesar için öyle bir gündü.

Para kazanmak, geleceği büyük ölçüde garanti altına almak önemlidir. Gereklidir. Ama bu çok hızlı bir şekilde yapılırsa sorunlar olabilir. Başka bir ifadeyle ruhsal doyum olmadan yalnızca fiziksel bir doyuma ulaşmak iyi değildir. Göze batarsınız, kötü anlamda dikkat çekici olursunuz. Daha doğrusu ne yapacağınızı bilemezsiniz. Oldukça ironik ama doyuma ulaşmak bu kadar kolayken bir anda doyumsuz olursunuz. Yine bu turnuvada gözümüzün içine sokulan bir durum da bu oldu. Neydi o futbolcuların saçları öyle? Hepsi birbirinin kopyası ve bir o kadar da kötü. Birincilik bu konuda bir çok ülkeye gidebilir, o kadar kötü saç modelli futbolcular var. Sosyo-kültürel düzeyi yüksek ve zengin ülkelerin futbolcu saç modelleri gayet bakımlı ve iyi iken futbolda başarılı ama fakir ve gelişmekte olan ülkelerin futbolcu saç modelleri bir o kadar kötü idi. Ben ne yaparsam yakışır zihniyeti bu sefer işlememiş. Yakışmamıştı. Her şeyin başı gerçekten de denge.

İşte böyle. Bir turnuva daha başladı ve sürüyor. Keyfimiz bu anlamda oldukça yerinde. Önemli olan aslında kupa da değil, kupa yalnızca bir araç. Bu araçlardan faydalanıp hatıraları, anıları, güzel dakikaları toplayıp anı kesesine atabilmek asıl başarı. Yoksa gerisi hep boş. Keşke en yukarıda saydıklarım olmasalar ya da daha az olsalar da kesemizi daha rahat doldurabilseydik. Hep sevgiyle, mutlulukla kalın ve anı kesenizi mutlaka ama mutlaka doldurmaya devam edin. Unutmayın ki yıllar sonra elimizde ve bizden sonra sevdiklerimizin hatıralarında yalnızca bu kese kalmış olacak. Doldurabildiğiniz kadar doldurun çünkü siz buna değersiniz.


10 Haziran 2014 Salı

Yazmadım, yazamıyorum ve en kötüsü yazmak istemiyorum ... Ama bir sorun neden ...

Bir süredir yazı yazmıyorum. Yazamıyorum. İçimden gelmiyor. Gördüklerim, duyduklarım, okuduklarım, şahit olduklarım yalnızca insanın içini karartan cinsten. Hep gri. Böylesi bir ortamda yazamıyorum. Yazmak dahi istemiyorum. Oysaki yazacak, sizlerle paylaşacak konular da çıkmıyor değil aslında. Mesela oğlum daha altı yaşına bile girmeden, yemekhanede, bir çok kişinin içinde, ilk evlenme teklifini etme medeni cesaretini gösterdi. Bunu doyasıya yazmak isterdim ama böylesi bir ortamda bu güzelliği kirletmek istemiyorum. Dilekler tutuyorum, dualar ediyorum ama hala bir gelişme yok. Griliklerden karanlıklara doğru büyük bir hızla yol alıyoruz gibime geliyor. İçim sıkılıyor, daralıyorum ve en kötüsü çözüm yolu bulamıyorum. Rüzgarda savrulan kuru yaprak misali yalnızca nefes alıp vermeye ve sorumluluklarımı yerine getirmeye çalışıyorum. Sonrasının ne olacağını bilemeden, tahmin bile edemeden ve hatta fikir bile üretemeden yaşamanın dayanılmaz ve katlanılmaz ağırlığını yaşıyorum.

Evlenmeden önce yalnızca ben vardım ve yalnızca kendime karşı sorumluydum. Karışanım çok fazla yoktu. İstediğim kararları alabiliyor, istediğim şeyi yapıyor ya da yapmıyor, dilediğim hayatı olabildiğince yaşıyordum. Ülke şartlarının değişmesi yalnızca beni etkileyebiliyordu. Sonra eşimle tanıştık ve hayatımızın bundan sonraki bölümünü beraberce yürümeye karar verdik. Artık hem kendime ve hem de eşime karşı sorumluydum. O bir yetişkindi. Ona karşı ya da ondan sorumlu olmak zor değildi, hatta bilakis keyifliydi. Sonra bizler için tüm zamanların en mutlu olayı gerçekleşti ve oğlumuz katıldı aramıza. Artık yeni, yepyeni ışıltılı bir dönem başlamıştı bizler için. Baba olmak zordu ama anne olmak çok daha zordu. Sürekli oğlumuz odaklı bir hayat sürmek, onun mutluluğu, huzuru, alışkanlıkları için sürekli düşünüyor, çaba sarf ediyor olmak, yemeklerini, kitaplarını, oyuncaklarını düşünüyor olmak ve üstelik tüm bunları hayatının her bir anında yapmayı sürdürmek yıpratıcı ve zor bir işti. Soluk almak istediği anlar/anlarımız çok oldu. O günler de artık çok şükür çok gerilerde kaldı. Orta yolumuzu bulmuş ve ona göre yaşamaya başlamıştık.

Bugünlerde ise orta yolumuz biraz sarsılmaya başladı. Biz bugüne kadar orta yolu hep aile içine göre tasarlamış, içsel dinamikleri esas kabul etmiştik. Oysaki yadsınamaz bir çevre faktörü de vardı hayatlarımızın içinde. Oğlum artık anaokuluna gidiyor. Yalnızca Eylül ayı sonrasında doğmasından sebep çok şükür ki 2 sene daha yuvada kalıp öyle okula başlayacak. Geleneksel olsun modern olsun, tüm çocuklar büyüyorlar. Kimisi başarılı oluyor kimisi daha az başarılı oluyor. Ben oğlumun her zaman aynı diğer tüm aileler gibi mutlu, huzurlu ve belki de en önemlisi özgür olarak büyümesini istedim ve bu dileğim ve isteğim hala da devam etmekte. Bununla beraber hani sanki devam eden güneşli hava yerini parçalı bulutlu bir havaya bırakmış gibi son zamanlarda. Tamam yağmur yok çok şükür ama nemi oldukça hissediliyor artık.

Eğitim alanında olan değişiklik ve belirsizliklerden kişisel olarak sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik duymaktayım. Düz liselerin bir anda İmam Hatip okullarına dönüştürülmeleri, eğitim sistemindeki son anda ve bir çok parametre düşünülmeden gerçekleştirilen oldu bittiler, sınavlarda bir biri ardına yaşanan güven erozyonları ve sorumluların yerlerini hala koruyabilmeleri, alışılagelmiş düzenin anlatılmadan ve belki de çok irdelenmeden değiştirilmesi bunlardan yalnızca bir kaçı. Müfredat olayına hiç girmeyeceğim bile. Toplumsal yaşamdaki ayrışma ise tüm zamanların en tehlikeli boyutunda. Beraber çalıştığım, sabahları selamlaştığım kişilerle arkadaş ve akrabalarımla farklı hayalleri kurmaya başladım artık. Alkollü içkilere birbiri ardına yapılan vergi zamları bir grubu çok memnun ederken bir grubu sıkıntıya sokmakta mesela. Asl olan seçimdir, demokrasidir diye bağırıp dururken asl olanın özgürlük olduğunu hep atlar olduk. Günlük hayatın stresine, çalışma şartlarının her geçen gün biraz daha da zorlaşıyor olmasına, hayat pahalılığına, kalabalıklığa, stresten kaynaklı kabalık ve hoyratlıklara hiç girmiyorum bile.

Sıkıntılı hem de çok sıkıntılı bir dönem geçirmekteyiz. Suriye’de yaşanan trajedi maalesef artık bizim sınırlarımızda, bizim içimizde. Patlayan bombalar, yok olan semtler, yitip giden canlar. Artık yalnızca birer istatistiki bilgi gibi geçmeye başlamaları tüylerimi ürpertiyor. Korkuyorum. Her an her şeyin olabilme ihtimalinden korkuyorum. İster demokrasi tutkunu ülkelerin Irak ve Bosnova’da unuttukları insaniyetlerini aniden hatırlamaları diye düşünün, ister adı konmamış bir enerji savaşı deyin ister gizli ajandalı bir komplo teorisi diye düşünün. Sebep ne olursa olsun savaş artık bize de sıçramış gibi. Umarım yanılıyorumdur, umarım bu son olur ama korkuyorum işte. Zavallı Suriye halkı aynı Irak’ta olduğu gibi yalnızca bir piyon gibi ölümü beklemekte. Vurulacaklar ve cansız olarak yere düşecekler. Eşleri, dostları, çoluk çocukları arkasından belki ağlayacaklar belki de ağlamaya bile fırsat bulamadan tarih sahnesinden onlar da çekilecekler. Bu kadar mı değersizler? Evet bu kadar değersizler. Birileri sahip olduğu vatandaşını düşündüğünden ve o vatandaşının daha iyi koşullarda yaşamasını istediğinden onları bu kadar değersiz görebilmekte, yok kabul edebilmekteler. Karışıklık işine yaradığı için karışıklığı yaratanlar mı daha suçlu, yoksa onların ağına düşüp karışıklık için tetik çekenler mi daha suçlu benim için hiç önemli değil. Önemli olan birileri yalnızca birileri daha refah içerisinde yaşasınlar diye ölmekte. Ben de onlar gibi olma şansızlığına erişmek istemiyorum. Görünen kötü bir gidişata doğru yol aldığımız. Yurt dışı dinamikleri anlayacağınız pek parlak değil. Yanı başımızda savaşlar çıktı çıkacak. Bizim etkilenmememiz söz konusu bile değil.

Yine Jean Jacques Rousseau ve yine o muhteşem sözü: “Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır..." Ya da yine Voltaire ve yine onun muhteşem sözü: “ Senin düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için hayatımı bile verebilirim”.

Korkusuz, güvenle ve başkalarını olumsuz olarak etkilemeden dilediğimce yaşama özgürlüğüm yitip giden bir özgürlüğüm. Yitirmek istemiyorum ama yaşadığımız dönem ve şartlarda gerek yurt içi ve gerekse yurt dışı denge ve dinamikler sanki buna engel olmaya başlayacakmış gibime geliyor. Kendim için tabii ki korkuyorum ama eşim ve oğlum için olan korkum çok daha ağır basmakta. Oğlumuz hayatının daha çok başında. Onun güzel bir hayat yaşamasını istiyoruz. Potansiyelini en yüksek düzeyde kullanabilmesini istiyoruz. Yapmak istemediği şeyleri yapmamasını istiyoruz. O her şeyin en iyisini hak ediyor. Bize düşün ise bu ortamı ona elimizden geldiğince sunabilmek yalnıza. Kabul edelim ya da etmeyelim evrim düzeni içerisinde ön planda tutulması gerekli olan hep gelecek kuşak oluyor.

Belki sürekli olarak bununla yatıp bununla kalkmıyorum ama acı haberleri okudukça, değişimleri gördükçe kendimi çok çaresiz hissediyorum. Hala çözüm bulmamış olmak da içimi daraltıyor. Enseyi tamam karartmak istemiyorum ama çok geç kalmadan da onların ve tüm sevdiklerimin güvenliği, sağlık, mutluluk ve huzuru için kendimce bir yol bulmalı daha huzurlu hissetmeliyim diye düşünmeden de edemiyorum işte. Çözümler ancak başka baharlarda bulunabilecek gibi. Bugün elimde kalan yalnızca dileklerim, umutlarım ve tabii bir de dualarım.

Olaylara ve yaşantılarımıza bir üst ölçekten baktığımızda sıkıntı yine devam etmekte: Daha önceden yazmıştım, hatırlayanlarınız belki vardır. Farkında olalım ya da olmayalım başkalarının tasarlamış olduğu hayatları yaşamaktayız. Yani aslında bırakın hayatlarımızı beyinlerimiz bile özgür değiller. Bugün maalesef tüm gençlik ve hatta neredeyse tüm toplum depolitize edilmiş durumda. Dahası olmamış olanlar da sindirilmiş, sessizleştirilmiş durumda. Tüketime odaklanmış, kaliteli kitap, şiir ve müzik yoksunu bir toplum hedeflenmiş ve kötüsü başarılmış durumda.

Tüm dünya için cahilleştirme, sıradanlaştırma ve bizimkine ilave yeşilleştirme gayet başarılı bir şekilde uygulanmış ve uygulanmaya her daim devam ediliyor. Kimseler kafasını kaldırmasın, farklı yollara sapıp, hayaller kurup, bu düzenden ayrılmaması için günlük bazen ufak bazen ise yüksek dozlarda endişe kapsülleri verilmeye başlanmış. Yalan değil hepimiz geleceğimiz için endişeliyiz. Geleceğimizi garanti altına almaya çalışıyoruz. Çocuklarımız için en iyi okulları seçmek için uğraşıyoruz. Yılda zaten bir kere tatilim var, en iyisi olmalı diyoruz. İyi bir evde oturmak, güzel eşyalar sahip olmak istiyoruz. Çeşit çeşit markalar için harcadığımız zamanları ve paraları düşünün. Endişe, sürekli endişe şırınga ediliyor bizlere. Hayatlarımız endişelerimizi gidermek için yaptığımız uğraşlarla geçip gidiyor. Kullandığımız arabanın markası, evimizin bulunduğu semt, çocuğumuzu gönderdiğimiz okul bizlerin başarısını ölçer kriterler olmuşlar. Tek kriter maddiyat nasıl olabilir? Kriterler bu olunca bir optimizasyon da sağlanamıyor işte. Varımızı yoğumuzu çocuğumuzun okuluna gömüp yalancı bir fedakarlığın sağladığı his ile kendi mutluluklarımızı minimize edebiliyoruz. Oysaki amaç ailenin mutluluk optimizasyonu olması gerekmez mi? Yaratılan kişisel milatlar içimizdeki bu eksikliklerden değil mi? Kaçımız aslında aldığımız bir gömlek, gittiğimiz bir kurs ya da okuduğumuz bir kitap ile yeni bir başlangıç yapmak istiyor ama her defasında aslında duvara toslayıp kendimizi kandırdığımız gerçeği ile yüz yüze gelmiyoruz.

Düşünün ki sosyal medyayı kullanan bizler, ne zaman ve neden nickname kullanacak kadar çekingen ve mesafeliyken bugün bu kadar tüm hayatımızı paylaşır ve dahası paylaşmaktan keyif alır ve bunun için çaba sarf eder olduk? Aslında her birimiz büyük bir oyunun yalnızca küçük birer parçalarıyız. Biliyorum kulağa çok komplo teorisi gibi geliyor ama aslında amaç hiçbir zaman bizim sisteme ulaşmamız olmamıştı, sistemin bize ulaşabilmesiydi. Bugün artık kullandığımız sosyal medya ve medyayı kullandığımız araç ve gereçler sayesinde, ne içiyor, ne tüketiyor, hangi kitapları okuyor, ne zaman nereye gidip, ne kadar kalıyor, ne konuşuyor ve hatta ne düşünüyor, hayata nasıl bakıyoruz hep ama ama hep biliniyor. Gerçekleştirilen ve geliştirilen tüm pazarlama, satış ve yönetim stratejileri aslında hep iplerimizi tutanların menfaatlerine. Bir kaç hareketle altın düşebiliyor, borsa çıkabiliyor, Araplar baharlaştırılabiliyor, depremler olabiliyor, nükleer denemeler yapılabiliyor. Bizler mi? Kaptan mı? Yok canım, bizler yalnızca piyonlarız. Kabul etmek gerekiyor ki bizler yalnızca matrixin birer parçalarıyız. Söz konusu matrixin hayalini kuran kişilerin çocuk ve torunları ise bizlerin belki de yeni ya da her daim yöneticileri, bizler farkında olalım ya da olmayalım, kabul edelim ya da etmeyelim.

Dünyada en çok kullanılan ilacın bir anti depresan olduğunu biliyor muydunuz? Depresyon ve stres dolu hayatlar yaşamaktayız ve bulabildiğimiz tek çözüm maalesef kimyasallar.

Toplumumuzda bugün nice Spartacusler, nice Voltaire’ler mevcut. Eskinin kişilerden gerçekleştirilen ve tüm topluma mal olan kıvılcımları bugünün erkleri tarafından maalesef parlamadan söndürülüyor. Nasıl mı? Az önce bahsettiğim endişe kapsülleri ile. Nice Spartacus’ler daha arenaya bile çıkamadan sıradan bir Roma askerine dönüşüyor. Bu dönüşüm o kadar başarılı ve bir o kadar sistematik ki takdir etmemek ve kaderimiz için acı duymamak içten değil.

Kendimi düşünüyorum mesela. İçimde biliyorum ve hissediyorum 1000 Spartacus yatıyor. Bir kalksa ne de güzel olacak ama sürekli pinekleyip duruyor işte. Kaldır kaldırabilirsen. Miskin miskin tembellik yapıyor zar. Ne Voltairevari düşünceler gelip geçiyor. En az Da Vinci kadar mühendis olduğumu da biliyorum. Buradaki en az kelimesi sonrasında da ufak at da civcivler yesin demek istedim bir anda. Ama işte ne bedenen ne de ruhen rahatlayıp da fikirlerimi hayata geçiremiyorum, hatta çoğu kere fikirlerimi odaklamayı bile başaramıyorum. Ben de Newton gibi ağaç altında yatıp, keyif çatmak ve bir şeyler keşfetmek isterdim. Ya da ne bileyim hamamda keyif yapıp, sonrasında Evreka diye bağırarak koşup çıkmak isterdim.

Bir şeyler keşfedebilmek için çalışmanın, öğrenmenin, deneyimlemenin, yaratıcı olmanın yanı sıra ruhsal ve fiziksel bir detox da gerekiyor bence. O kadar yorulmuş, o kadar kirlenmiş, o kadar stres yüklüyüz ki yeni bir şeyler ortaya çıkarıp, fikirler geliştiremiyoruz atamıyoruz. Daldığımız, bizi sürekli tüketen, alışageldik hayatlarımızı yaşamaya devam ediyoruz.

Yazılarımı takip edenlerin hatırlayabileceği üzere; hava kabarcıkları benim sevdiğim ve sürekli kullandığım bir tamlamadır. Azot sarhoşu olduğun zaman yön duygun yok olur ve yüzeye çıktığını sanarak derinlere doğru gitmeye başlarsınız. Yanlış yola hem de çok yanlış bir yola sapmak bu olsa gerek. Zaten bu duruma derinlik sarhoşluğu da denir. Deep blue filmini seyredenler ne demek istediğimi hemen anlayacaklardır. Güzel bir filmdi. Tek kurtuluş hava kabarcıklarının gittiği yöne gitmek olmalı ki çoğu kere maalesef bu sarhoşluğu yaşayanlara sanki hava kabarcıkları derinlere gidiyormuş gibi gelir. Yani yanlış yol karşına doğru yol olarak çıkar. Bir kaç metre yükselsen zaten sorun kalmayacak, sarhoşluk pat diye yok olacak, şaka gibi bir şey ama kabarcıkları takip etmez de yükselmezsen derin mavi ebedi istirahat edeceğin yer haline gelir bir anda.  İşte bu nedenle zor ve ters bile olsa kurtarıcıdır hava kabarcıkları. Diyeceğim o ki hayatlarımızda hava kabarcıkları bile kalmamış adeta bizlere yol gösterici ve dahası kurtarıcı.

Çok şükür ben ve ailem sağlıklıyız, para kazanıyoruz, işte ve evde belli bir seviye mutlu ve huzurluyuz da daha ne olsun diyoruz ve aynı hayatı, bizim için tasarlanmış olan hatayı yaşamaya devam ediyoruz.  Sonrasında da işte sessiz çığlıklarımız sağır duvarlardan yansıyıp ve tekrar yansıyıp  ve hatta tekrar yansıyıp duruyor hiç durmadan. Birbirinin kopyası olan evden işe, işten eve günlerimizi bozup bozup harcıyoruz. Monotonluğun ve sıradanlığın dayanılmaz hafiflik ve gücü karşısında ezilip tükeniyoruz, yok oluyoruz, makinalaşıyoruz.  Aynı yerden alınan sebzeler, sürekli tercih edilen aynı veya birbirinin benzeri tatil mekanları, aynı sınıf arabalar,birbirinin kopyası benzer hayatlar. Her birimiz birer makine aksamı olup çıktık, her geçen gün birbirimize biraz daha çok benzemeye başladık. Her şeyin nedeni endişe topları nedeniyle arayışlarımız ve amaçlarımızda zaten hep aynı: Güvenlik ve Garanti. Stres yüklü, yılgın ve yorgun hayatlar ve karşılığında kısıtlı seçenekler ve zincirlenmiş beyinler. Bir t-shirt ve kot giyip Starbucks’a ya da Caffe Nero’ya oturmak, amaçsız saatlerce boş boş yürüyebilmek, geleceği en azından bir saat olsun düşünmemek öyle kolay değildir, en azından alışılmadıktır. Ben demiyorum bahçelerdeki sularla dans edip ıslanalım, elbiselerle denize atlayalım ya da saatlerce balık tutup, kumsallarda gitar çalalım. Ben yalnızca zincirlerimizi ve zorunlu dayatılan şeylerden bir an olsun uzaklaşabilelim diyorum. Tek ihtiyacımız olan şey aslında özgür olabilmemiz.

Ne zamandır istediğim bir eve taşınmak, yine istediğim bir hayatı yaşamak istiyorum ama iş ciddi planlamaya gelince hemen bu hayallerime bir son veriyorum. Başlıyorum elimde olanların artılarını yazmaya. Hayalini kurduklarımın birden hiç düşünmediğim kadar eksileri gözümün içine kadar girmeyi başarıyor. Üzümün sapı, armudun çözü derken bir anda mevcut sisteme yine dönüş yapıp duruyorum her seferinde. Amaç, hayal, istek, donanım tabii ki olmalı ama başka bir şey daha olmalı. Başlayabilme cesareti. İlk adımı atabilme çılgınlığı.


Endişe kapsülü problemini incelediğimiz zaman aslında problemin ikiye ayrılması gerekliliği de ortaya çıkıyor: Toplumsal ve bireysel etkileri. Toplumsal etkilerinde ilk göze çarpan başarıyla uygulanmış ayrıştırma ve yok etme stratejisi. Aynı geçmişe sahip insanlar bile ayrıştırılabiliyorlar. Tarih boyunca insanlığı birleştirmek için ortaya çıkan dinler, ideolojiler ve felsefe akımları bile başka bölünmelere, başka kamplaşma ve kutuplaşmalara, yeni yeni kavga ve uyuşmazlıklara yol açmışlardır. İlahi güce inanan çeşitli dinlere mensup olanlar, mabetlerini ve kutsal kitaplarını farklılaştırmışlar, bununla da yetinmeyerek, mezarlarını bile ayırmışlar, cennet ve cehenneme bile kimin gideceğini söyleme cesaretini göstermişlerdir. Daha ne kadar ileri gidilebilir ki! Keşke bu oyunlara hiç gelmemeyi başarabilsek.

Bireyselliğe bakacak olursak herkesin hayatı benzer de olsa, şartları ve sahip oldukları açısından kendi mikro dünyamız da kendine göre. Bu nedenle herkes kendisi için en iyi yolu yine kendisi bulacaktır. Burada önemli olan nokta endişelerimizin yol açtığı hayat tarzlarımızı hata olarak görmememiz gerekliliği. Daha doğrusu bunun alışkanlık mı tercih mi olduğunu fark edebilmemiz gerekliliği. Her sabah uyandığımızda bu tercihle uyanıyor ve bizim için en doğru olanın bu olduğuna karar verebiliyorsak sorun yok aslında. Yok eğer uyuşmuş olduğumuzdan neden bu tercihi bile yaptığımızı unutup aynı ezbere hayatı yaşıyorsak bir problem olduğunu bilin o zaman.

Kilit farkındalık noktanız ise hayalleriniz olsun. Eğer hayalleriniz var ise doğru yoldasınız demektir. Unutmayın ki tercihler hep üç boyutludur. Tercih varsa hayal de olmalı. Hayal yoksa artık uyuşmuşluktan bu hayat devam ediyordur. Tercihlerimin hayal dünyama giden yollar olması benim sürekli dileklerimdendir.

Bununla beraber siz siz olun kişilik alanlarınızı yaratın ve sahip çıkın. Kurmuş olduğunuz empatinin fazlasının sizden götürdüğünü bilin. Kendinize zaman ayırın. Hobiler edinin. Bol bol hayaller kurun ve bu hayallerinizin peşinden koşun. Kendinizin değerini bilin. Sizden bir tane daha yok bu dünyada. Kendinizi sevin ve dahası gurur duyun. Mutluluğunuz varsa sıkıca sarılıp nedenini düşünmeden, sorgulamadan tadını hem de sonuna kadar çıkarın. Size heyecan veren, hayatınıza neşe ve anlam katan ne varsa düşünmeden peşinden gidin hatta koşun. Unutmayın bu dünyaya yalnızca bir kere geliyoruz.

Hayat bizlerin hayatları olmalı. Nasıl olacağına ilişkin kararı da bir başkası bizim adımıza değil, ancak bizler verebiliriz. Her vazgeçiş bir devrimdir. Kabullenmeyin, devrimci olun. Sahip olduklarımız bize değil,bizler onlara sahip olalım. Tüm endişeleri gelişmemiz için gerekli olan hediyeler olarak görün, onları reddetmeyin, görmemezlikten gelmeyin, sevgi ile kabul edin. Cesaretle yüzleşin. İçinizdeki güce ve nüveye güvenin ve vasatlaşmayın. Kimsenin hayallerinizi yok etmesine izin vermeyin. İrade gösterin. Hayatınızın gidişatını elinizde tutun, kaptan olun, kendi kendinizin efendisi olun. Ancak ondan sonra toplumsal düzelme başlayabilir.

Dilerim yapmak istemediklerimizi yapmak zorunda kalacağımız günleri hiçbir zaman yaşamayız ...