Bu Blogda Ara

29 Nisan 2014 Salı

Gerekli mi yoksa gerekli değil mi? İşte büyün mesele bu!

Takip edenlerin hatırlayacağı üzere geçen sefer ki yazı konum Kadim Teknik’lerdi. Yazımda da belirtmiş olduğum üzere aslında ben bu teknikleri seven bir kişiydim. Peki ama söz konusu bu teknikleri seven bir kişi olarak neden ben eleştirisel bir yazı yazma ihtiyacı duymuştum? Yararı evet bunca zamandır dokunmamıştı ama neden sadece bu muydu benim için? Buraya bir mim koyun geri döneceğim.

Eşim bu sıralar sesli makalelere taktı. İşi güç yokmuş gibi evde, arabada sürekli sesli makaleler dinleyip duruyor. Üstelik bir de ingilizce dinliyor. Daha da üstelik bir de anlıyor ve bana tavsiyelerde de bulunuyor. Ben tabii hemen kolaya kaçıp bana Türkçe özet geçebilir misin diyorum ama pek işe yaramıyor. Geçenlerde tavsiye ettiği konulardan bir tanesi Essentialism di. Dağda, bayırda kulaklıkla bunu dinlemeyeceğimi bildiğinden de bana yazılı bir kopyasını verdi. Okudum ve anladım, üstelik oldukça ilgimi de çekti. İlgimi çekti zira hemen hemen aynı sayılabilecek benzer düşüncelerimi önceki yazılarımda paylaşmıştım. Adam aleni bir şekilde beni kopyalamış sanki. Eşim bu sıralar bu konuya iyice taktığından Greg McKeown adlı bir yazarın Essentialism: The Disciplined Pursuit of Less adlı kitabını okuyor. Çok havalı bir ismi var değil mi? Bitirsin, şansım varsa özetini ondan alır ve sizinle paylaşırım, eğer bunu başaramazsam ben de okurum (ama anlar mıyım onu şimdilik size garanti edemiyorum) ve yine sizinle paylaşırım. Ben daha sizler için ne yapabilirim ki!

Yine de konu hakkında size fikir vermek adına gerek kendi fikirlerimden, gerekse makaleden harmanlanladığım bazı noktaları sizinle paylaşmak isterim. Ama öncesinde sizlerle daha önceden paylaştığım ve konuyla direk ilgili olan bazı düşüncelerimi yinelemek isterim.

“ ... Orijinallikten her geçen gün biraz daha fazla uzaklaşıyoruz. Sıradan, sıkıcı ve daha az çekici insanlar oluyoruz her geçen gün biraz ve biraz daha. Nedeni belki bizzat bizleriz, belki bilinç altlarına sürekli olarak verilen mesajlar, belki de artık varlığını kanıksadığımız ve bizi her gün biraz daha öldüren stres dolu yaşamlarımız. Öyle ya da böyle monoton, orijinallikten yoksun hayatlar yaşıyoruz çünkü sahiciliğimizi yitirdik. Biz olmayı bıraktık. Artık beğenilmek her şey oldu. Nasıl göründüğümüz, ne olduğumuzdan çok daha önemli bir hale geldi. Algı her şeydir artık yalnızca bir pazarlama terimi olmaktan çıkıp bizzat hayatlarımız oldu. Dönüşüme uğradık ve başkaların beğenileri üzerine yeniden ve yine yeniden ve hatta yine yeni yeniden şekillendik ve biz kalamadık, bunu başaramadık. Olmadı işte. Artık düşüncelerimiz bile bize ait değil. Düşüncesi olmayan adamın hiç bir fikri olabilir mi? Fikri olmayan adamın karar vermesi hiç mümkün olabilir mi? Resmen beyinlerimiz uyuşturulmuş bir durumda. Çok acı ama gerçek biz yavaş yavaş her geçen gün biraz daha yok oluyor.

Anne baba onayı, TV’nin hayali kahramanları gibi yaşamayı istemek, arkadaş beğenisi, moda takibi her şey olabilir peşinden gittiğimiz. Önemli olan kendimiz olmayı başarabilmek. Sevdiğin işi başkaları beğenecekler diye değil, sen huzurlu olacaksın diye en iyi şekilde yapabilmek. Eşini başkaları seni takdir edecek diye değil, içini ısıttığı için seçebilmek. Bazıları seni beğenecek, takdir edecek bazıları da beğenmeyecek, takdir etmeyecek. Doğrusu kelimesi belki çok iddialı olabilir ama normali de bu zaten. Doğa tek tip çalışmaz, doğa da özgünlük, farklılık vardır. Günümüzde ise görsellik hiç olmadığı kadar önemli oldu. Organik pazardaki bir elma kadar olamadık.

Günümüzde artık beğenilmek üzere kararlar alınıyor, seçimler yapılıyor. Ne oldu kendi arzularımıza? Sahi onları diğerlerinden ayırabiliyor muyuz yoksa çok mu geç kaldık? Kendi hikayelerimiz unutuldu ya da günümüz şanslıları için zaten hiç olmamışlardı. Seçimlerimiz hep beğenilmek, onaylanmak ya da puan almak üzere. Başkalarının beğenileri için kendimizden uzaklaşıyoruz. Hepimiz güzel ve bir diğerimizin aynı, doğal olmayan elmalar gibiyiz. Ne acı ki üç aşağı, beş yukarı yok gerçekten de hiç bir farkımız ... ”

Hepimizin en azından çok büyük bir çoğunluğumuzun bu hayatta da tek bir gayesi var: Çalışmak. Daha çok çalışmak. Kazanmak, daha çok kazanmak. Para ve hep biraz daha fazla para. Hep ve sürekli çok işimiz var deriz, işlerimiz hiç ama hiç bitmez. Öyle bir dünya ki her şeyi sürekli yapmak için didinir dururuz. Sürekli bir çabalama, durmak bilmeyen ve dahi bitmeyen denemeler. Sizce de tam bir delilik değil mi bu? Dünyaya sahi bunun için mi geldik? Durmadan çalışmak ve daha çok çalışmak ve elde etmek ve sonra daha çok elde etmek için mi?

Dünya öyle bir hale getirildi ki her bir olayın sonunda büyük bir başarı beklenir oldu. Artık bir adım geri çekilmeli ve şunun farkına varmalıyız: Her şey önemli değildir. Hayat hep aynı ve üst düzey önem içeren bir biri sıra aktivitelerden oluşan bir döngü değildir. Hiç bir zaman da olmamıştır. Önemli olanları tabii ki vardır ama önemsiz olanları da vardır. Önemsiz olanlar için gerektiğinden daha fazla zaman lütfen harcamayın. Dahası böylesi şeylere olduklarından daha fazla anlam katmaya çalışmayın. Hayat birbirinden güzel yemekler içeren bir büfe değildir. Sizin için önemli ve lezzetli olan yemekleri bulun , görün seçin. Seçici olun. Hayatınızda öncelikleriniz olsun. Her şeyi iyi yapmak zorunda da değilsiniz. Sizin için önemli olanları seçin ve onlara zaman harcayın. Toplumda genel kabul görmüş, yazılı olmayan bir hiyerarşi vardır. Kariyer başarıları, eğlence ve zenginlik hep üstlerdedir. Aile, sağlık ve dinginlik ya da kişisel gelişimler hep daha geridedirler. Kariyer başarıları şüphesiz ki çok önemlidir ama aile ile ilgili konular paha biçilmezdir. Bu benim görüşüm ve önceliklendirmem de buna göredir. İşim için ailemi ikinci plana asla atmam. Sizin de öncelikleriniz olsun ve ona göre bir hayatı kendinize seçin.

Sürekli bir şeyler yapmak zorunda da değilsiniz. Bir şeyi yapabilme imkanınız varsa mutlaka yapmalısınız aldatmacasına kapılmayın. Paris’te mutlaka Louvre Müzesini görmeliyiz. Hatta tüm bölümlerini görmeliyiz. Erkenden orada olmalıyız. Eiffel’e çıkmazsak olmaz. Saint Germain’de kahvemizi mutlaka yudumlamalı, Saint Michel’de gezinti yapmalı, Place d’İtalie de zaman geçirmeliyiz. Peki ama neden? Şart mı tüm bunları yapman? Zorunluluk mu? Biz sırf gezmek zorunda kalacağız diye balayında yurt dışı opsiyonunu elemiştik. Oysaki bir İtalya Toscana ne de güzel olurdu. Ama o zamanlar başka bir havalardaydık. Şansın varsa kullanmalısın. Sahi gerçekten de kullanmalı mısın? Aptal olma, şans kapına ancak bir kere gelir sakın atlayayım deme. Oldu canım. İlla hepsini görmen gerekiyor mu? Onu gördün, burayı gezdin, madalya mı takacaklar sana? Her şeyimiz check atmak için. Hata yapıyoruz. Bu amansız koşuşturma yerine, otur bir kahvede ve geleni geçeni seyret, tatlının, kahvenin ya da şarabının tadını çıkar. Bırak görmeyiver Louvre’u. Fırsatın varken asıl kaçırmaktan korkmamalı ve bunun aslında bir şans olduğunu bilmelisin. Aslında kaçırdığını düşündüğün şeyler sayesinde sana ayrılan zamanın ve rahatlığın bir şans, bir fırsat olduğunu bilmelisin. Bizim için keyifli olanı (ve bizleri mutlu eden) yapmalıyız. Check için değil keyif için yaşamalıyız. Tekrar mim koyduğum yere geri dönecek olursam, belki de söz konusu eleştrisel yazımı kendime kızdığım için (yalnızca check atmaya yönelik hepsini yapmaya çalıştığım için) yazdım.

Diğer bir konu ise bir önceki konunun türevi aslında. Sahip olmakla ilgili. Bir şeye sahip olmadığımız zaman, o şeye, onun vereceği mutlak değerden çok daha fazla anlam yüklüyoruz. Bir şeyi yapamadığımız zaman o yapamadığımız, ya da o göremediğimiz, ya da o yiyemediğimiz şey birden çok daha önemli bir hale geliyor. Bir şeye sahip olmadığımız zaman onu olduğundan çok daha değerli hale getiriyoruz. Oysa bunu yapmak başlı başına bir hata.

Bir gün hepimiz öleceğiz. Hayatlarımızdaki tek gerçek ölümün kendisi aslında. Ertelediğimiz, zaten her an yapabiliriz diye ötelediğimiz ve yapmadığımız, hep birer set çektiğimiz dürtülerimiz, hem hayatın coşkusunu yok etmekte ve hem de aşkı öldürmekte. Siz siz olun üst benliğinize bu kadar kulak asmayın. İçinizdeki çocuğu da zaman zaman dinleyin. Tercihlerinizin birer zorunluluk haline dönüşmesine engel olun. Annem ne der, babam ne der, etraf ne der, sosyal olarak ne kaybederim, çocuğum var onu düşünmeliyim gibi şeylerin ardına saklanmayın.

Azla yetinmeyi, yetinebilmeyi ve dahası bundan mutlu olabilmeyi öğrenin, en azından deneyin. Çokun peşinden şuursuzca ve deli gibi koşmak yerine az ile mutlu olabilmeye çalışın. Hayatımızın her alanında daha fazla olgusu hakim. Bunun geri dönülmez bedelleri olduğunu bilin. Bir haftalık hayatınız kalsaydı mesela bunu gerçekten yine yapmak ister miydiniz sorusunu sorun ve öyle kararlar verin. Tamam her şeye kolay ulaşılmaz ama sizin için değerli ve gerekli ise buna katlanın.

Mesela iş hayatınızda önemsiz toplantılara katılmayın.  Gerçekten değer katacaklarınıza katılın. Sırf katılmış olmak için ya da alışkanlıktan katılmayı bırakın. Yardım tabii ki edin ama eskiden yaptığınız alışkanlıkları tekrar sorgulayın. Değer üretebileceğiniz konulara yönelin. Yalnızca sizin için önemli olan konulara zaman ayırın. Farklı olup fark yaratın. Sıradanlaşmayın. Unutmayın ki siz zaten kendiniz olarak çok özelsiniz. Buna öncelikle siz inanın. Başkalarının değil sizin ne düşündüğünüz önemli.

Hayır demeyi mutlaka ama mutlaka öğrenin.

Devam etmeden önce ufak aralar verin, düşünün  ve sahi gerçekten de gerekli mi sorusuna cevap arayın.Kararlar öncesinden kendinize mutlaka zaman tanıyın. Müziği yapan notalar arasındaki boşluklardır denir. Resim için de bu geçerli. Mimarlar bile evlerin içindeki boşluklar için tüm yapıyı çizerler. Dinlenin, nefes alın, soluklarınızla yalnız kalın, kendinizle yalnız kalın ve kendinizi dinleyin. Aslında belki de en dolu, en değerli anlarınızdır boş zamanlarınız. Newton ne saatler boyunca çalıştıktan sonra dinlenmek için uzandığı ağacın altındayken elma düştü kafasına ya da Arşimed rahatlamak için hamama gittiğinde evraka dedi. Boşlukları doldurmaya çalışmayalım, onlar bizler için gerekli. Zamanı da öldürmeye çalışmayın. Ben demiyorum her gününüzü aynı geçirin ama zaman zaman hiç bir şey yapmadan da zaman geçirip, o ana kadar ki çalışmalarınızın kristalleşip elle tutulur bir sonuç haline gelmesini bekleyin.

Practice makes perfect.  Az ile mutlu olabilme bir sanattır. Ama her şeyden evvel bir mindset değişimi, bir hayat tarzıdır. Bunu sürekli yapın ki işe yarasın. İç ve dış sesleriniz arasındaki uyumsuzluğu yok edin, en azından birbirlerinden farklarını ayırt edin. Ve mümkünse iç sesinize daha çok itimat edin. Böylelikle hayatınızı bir başkası için değil kendiniz için yaşar ve onun kontrolünü elinize almış olursunuz.

Sevgi ve saygılarımla,

22 Nisan 2014 Salı

Kadim teknikler ve başarısızlıklarla dolu kişisel gelişim yolculuğum

Her şey aslında yıllarca evvel, kanımızın damarlarımızda hızla yolculuk ettiği zamanlarda başladı. O dönemlerde çabuk sıkılırdık, her yerden ve her şeyden çok çabuk sıkılırdık. Sıkılmadığımız tek şey lise grubumuzla birlikte olmak ve beraber bir şeyler yapmaktı. Zamanda bizi destekler gibi oldukça hızlı akardı o dönemlerde. Çoğu kere anlamsız ve boş şeylerle ama her defasında muazzam eğlenceli zamanlar geçirirdik birlikte. Bir gece mesela trene biner sebepsiz Gebze’ye kadar gidip, bir birahane de bira içer dönerdik ki çoğumuz Avrupa yakasında otururduk, bir başka gece ise Ortaköy’de teneke içerisinde yaktıkları şeylerle ısınmaya çalışan şehir diyojenleri arasında hayatın anlamını arardık. O dönemlerde çok da korkusuzduk. Bizim için yapılamayacak bir şey, gidilemeyecek bir yer olamazdı. Günün uyumak dışında tüm zamanını hemen hemen beraber geçirirdik. Çoğu kere bir birlerimizin evlerinde sabahlardık. Lise ve hemen sonrasındaki yıllar çok ama çok güzeldi. Bol macera doluydu.

İşte yine böylesi yıllardan bir tanesinde bir yolculuk esnasında bir arkadaş ilk olarak bahsetti Reiki’den. Ellerinden enerji fışkıracak ve dahası bizler bu enerjiyi hissedebilecektik. Gerek ruhen ve gerekse fiziksel açıdan bizleri iyi bile edecekti arkadaşımızın ellerinden çıkan bu enerji. Sıramı bekledim. Bir otel odasında arkadaşım bizlere sırayla enerji verdi ya da yalnızca verdiğini sandı. Ben zerre bir şey hissetmemiştim. İlk ve uzunca bir süre için son olarak reiki kelimesini duyduğum andı. Bir daha da evlenene kadar duymadım. İhtiyacını da duymadım aslını isterseniz. Hayat büyük bir hız, coşku ve eğlence içersinde gidiyordu. Kimin böylesi zamanlarda spiritüel şeylere ihtiyacı olabilirdi ki?!! Böylesi ihtiyaçlar adı üstünde zaten ihtiyaçlar bir eksikliğin tamamlanması için vardırlar ve insan evlenene kadar böylesi şeylere zaman harcayamazlar. En azından ben harcamamıştım. Hızlı, coşkulu ve eğlenceli hayatın zirve yaptığı zamanlar evlilik öncesi zamanlardır. Osmanlı’nın Kanuni devri gibidir. İçinde nice acılar barındırıyor olsa da muhteşemlik olgusu her daim ön plandadır. Evlilikle beraber Sokullu dönemi başlar. Canım cicim ayları koskoca imparatorluğun süresi içersinde işte bu kadar sınırlıdır çoğu kere. 4.Murad dönemi ise çocukların hayata gelmesi gibidir. Bizim Sokullu zamanlarının sonlarına doğru eşimle beraber bir şekilde ihtiyaç duymuş olacağız ki Reiki kursuna gitmeye ve Finlandiyalı bir zat-ı muhteremden el almaya karar verdik. Gittik de. Hatta hızımızı almadık ve aynı ermiş Finliden Reiki II kursunu da aldık. Sonrasında sahip olduğumuz enerjiyi kullanabilme yeteneği ile bir yürüdük bir yürüdük ki dönüp arkamıza baktığımızda bir adım bile yol almadığımızı fark ettik. İşte bu kadar yararlı oldu reiki sanatını bilme bizlere. Ne zaman başımız ağrısa, midemiz bulansa uyguladık durduk. Her piyango alımı öncesinde ben gizliden gizliye uyguladım. Ne başımızın ağrısı geçti şansa ne de bir amorti çıktı. Evren aslında avazı çıktığı kadar bağırdı bize her defasında inanma diye ama bizde nerde o kafa. Yıllar yılı inanmaya devam ettik. Düşünsenize eşim ve ben bazen 1 saat boyunca çakralarımıza enerjiler verdik durduk. Sürekli devam ettik çünkü zaten kursa bile inanmaya hazır olarak gitmiştik. 


Bu işi yapanlar, organize edenler aslında çok akıllılar. Bu ve aşağıdaki bölümlerde sıralayacağım konular resmen toplumu şekillendirme araçları olarak kullanılmakta. Düşünsenize toplumda bu ve bunun gibi araçlara inanmaya hazır 400 milyon kişi olsa ve bu kişiler yıllık 2000 dolar harcamaya hazır olsalar, toplamda iyi para etmez mi? Hem iyi para eder ve hem de bu 400 milyon bu kadar paraları kendi özel ilgi alanları için harcanmayıp büyük döngünün içerisine kullanılmış olurlar. Bakıyorlar aklı karışık bir çok kişi var toplumda. Bir şeylere ihtiyaçları olan kişiler. Kimisine secret kitabını veriyor, kimisine reikiyi, kimisine nefesi, kimisine melekleri, kimisine de feng shui’yi. Babam gibi kaderci anlayışı seçenler oldukça rahatlar. Bir karar vermişler kafaları karışmadan yaşayıp gidiyorlar. Kafası karışık olanlar için ise seçimden bol şey yok. Ben hemen hemen hepsini yaptım yıllar içersinde. Aslında bu da kendi içinde mantıklı zira bu işi yapan büyük abiler dönem dönem yeni dozlar veriyorlar. Hepsini aynı anda ortaya çıkarmıyorlar ama hepsinin ortak bir yanları var aslını isterseniz: Ortaya çıkardığı yenilenme ve iyileşme gücü ile hepsi bilinen insanlık tarihinin en eski ve en önemli tedavi yöntemleri. On sene öncesinde adı bilinmeyen teknik aslında oldukça kadimmiş. Kimisinin tarihi 5000 yıllık kimisinin ki insanlık tarihi kadar eski ve bir o kadar kadim. Kadim kelimesi ise en sevilen sıfat bu öğretiler için. Fiziksel bedenle, duygu ve düşünce arasında yaşamsal bir bağlantı hemen kuruluveriyor. Sonrasında ise kadim zamanlardan günümüze gelen bu birçok spritüel ve mistik gelenek sayesinde bilinçsel aydınlanmalar yaşamaya başlıyoruz. Sonrasında ise gelsin daha fazla fiziksel ve mental enerji. Daha açık ve daha net bir bilince ne dersiniz? Ya size duygusal ve fiziksel acıların yok olacağını söylesem? Daha sağlıklı ve enerjik bir yaşama ne dersiniz? Gevşeme, huzur, mutluluk ve bol para olmazsa tabii ki olmaz.

Bu toplum mühendisleri ayrıca işi garantiye de almış durumdalar. Practice makes perfect. Olması için çok ama çok çalışmalısın. Yine de olmazsa bil ki sen bilinç altı olarak istemediğinden ya da inanmadığında. Öyle ya bu işte inanma olmazsa olmaz. Ben önce reiki ile başladım. Sonra dilekler tutup gerçekleşmesi için çeşitli ritüelleri uyguladım. Nefes kurslarına gittim, Meleklerle konuşmaya çalıştım, günlük olumlamalar yapıp durdum, kuantum uyguladım. Yetmedi astrologlara gittim. Yahu kardeşim bir faydasını göremedim. Hepsini mi salakça ve özensiz yaptım? Öyle şeyler gördüm ki, öyle inananlar ve bu inananlardan dünyaları götürenler anlatsam şaşarsınız. Yeminle söylüyorum ben yapanlar adına utandığımdan yazamıyorum ki raflarda nice kitapları satılıyor. Hadi, ben fayda görmedim, hayır faydasını gören birini de tanımadım. Eğitmenler hariç, onlar iyi kazanıyorlar tabii ki. Rahatlama tabii ki oluyor günün sonunda kendinle baş başa kalıyorsun ama rahatlama dışında tek bir faydasını gören var mı? Soyut değil somut örnek verebilecek bir kişi var mı? Bunları yazıyorum çünkü ben her şeye rağmen bu tür konulara son derece inanmaya hazır bir inanım ve nerede yanlış yaptığımı merak ediyorum. Bu yazıyı da bu işlerle yıllarca uğraştıktan sonra yazıyorum yoksa denedim ama olmadı, para da vermiştim üstelik yazısı değil. 
 
Tüm bunlar sanki yetmezmiş gibi son zamanlarda dünyanın parasını da feng shui danışmalarına verdik. Onlara vermek yeterli tabii ki olmadı bir o kadar hatta belki daha fazlasını da bizleri kötü enerjilerden koruyacak çin malı şeylere verdik. Evimiz karnaval yeri gibi oldu. İşin ilginci ilk baştaki planımız son zamanlarda sürekli başımıza gelen minik aksiliklerden kurtulmak için kurşun döktürmekti. Ne var ki ilgili kişiyi bulamadığımız için ekmek yok pasta ye misali feng shui yaptırtalım o halde dememiz oldu. Türlü türlü oyunların olduğu bir teknik. Benim için en iyisi olan belli köşelere bakarak karar vermem söylendi mesela. Açık klozet zinhar yasak, iyi enerjiyi çekermiş. Sen misin bunu öğrenen, çocuğun peşinden klozeti kapatmak için koşar olduk. Evin belli köşelerini oradaki pozitif enerjiyi aktive edebilmek adına sürekli aydınlatır olduk. Merak etmeyin hemen tasarruflu ampuller aldık bu noktalar için. Beğenerek aldığımız güzelim çiçeğimiz beğenilmedi mesela ve evimizden acımasızca gönderildi. Adaçayı yakarak kötü enerjileri kovduk evimizden. Sirkeli sular ile sildik her bir yeri. İş yerinde bile karşıma güney yönünü almamam gerektiğinden masamın yerini değiştirdim. Bana iyi geleceği söylenen taş elimde siyah renkleri tercih eden ben kendimi yeşil renk kazak arar buldum. Ve aslını isterseniz daha bunlar gibi nice şeyler yapmaya başladık.

Eğer tüm yukarıda listelenen ve listelenmeyip bizim tarafımızdan yapılmakta olan şeylerin zerre faydası olsun, söz veriyorum sizlerle paylaşacağım. Ama eğer bu teknik de kayda değer güzellikler sağlamazsa, bu işin sonu Hindistan’da bitecek gibi görünüyor.  Gider artık fiziksel pislikler içinde ruhsal olarak temizlenirim. Ganj nehrinde bir de arındırdım mı benden iyisi olmaz artık. Olmadı oradan ver elini Nepal. Bir süre de orada kalıp ferrarimi satmak için dönerim yeniden vatanıma. Tüm bunlar sonuç vermezse, muhtemelen ve tabii engellenmez ve çıkabilirsem, "Bu da mı gol değil be?" deyip, Taksim’de yakarım kendimi J Unutmadan bu feng de en az 5000 yıllık kadim bir uygulama imiş.

İnsan aslında neye inanmak istiyorsa ona inanıyor. Ben bu tür konulara fazlasıyla meraklıyım ve kendimce bugüne kadar inanıyordum da. Hala da inanmak çok istiyorum. Bununla beraber gel gör ki insanın yalnızca kendi çabasıyla tek taraflı inanmak bazen yeterli gelmiyor. Bir karşılık olsun, bir ışık görsün istiyor. Şimdiye kadar bunu başarabilmiş değilim. Başardığını somut örneklerle gösterebilecekler de beri gelsin ve paylaşsın bizlerle. Mühendis olan ve para kazanıp hem bana ve hem de aileme bakan tarafım bu satırları yazarken, şimdiye kadar kadim tekniklerin birinden diğerine koşan ve hep başarısız olan tarafım bir umut beklemekte gelecek olan mucizeyi. Hayır onu kırmak da istemiyorum ama mucizenin aslında hayatın kendisi olduğunu ve aldığımız her bir nefesin, gördüğümüz her bir güzelliğin ayrı birer mucize olduğunu artık onun da anlaması gerektiğini ona söylemek istiyorum.  Artık büyümeli, artık büyümeliyiz.

Diğer taraftan başımıza gelen tüm olumlu ve olumsuz şeylerin sebebinin ve sorumlularının yine bizler olduğumuz gerçeğine gönülden bağlılığımı sürdürmekteyim. Olanların tümü aslında bizlerin kendi seçimidir. Irmakların bir hızları vardır ve doğasından daha hızlı akıtamazsınız. Yani her şey kendine uygun zamanda gerçekleşir. Belki de bugüne kadar gerçekleşmemesi bununla ilgilidir. Aslında bu kadar yazıya rağmen perde arkasında inanmak istediğim tarafım başarısız olan büyümeyen tarafım.

Asl olan insanın kendisi yine de. Ne varsa biz de var, içimizde var. Yeter ki içimizdeki güce, nüveye güvenelim ve iç güdülerimizin bizlere gösterdiği yolu takip edebilelim. Yoksa geri kalan teknikler bence yalnızca bize destek teknikler. İşi götüren yine bizleriz aslında. İş aslında aynada kendimize gülümseyebilmekte. Barışık olmak yine kendimizle ve sevebilmek içtenlikle ne hata yaparsak yapalım. Yeter ki kendimizi bilelim ve egolarımızı feth edebilelim. Unutulmamalıdır ki fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir.


Sevgi ve saygılarımla,